Translate

26 Kasım 2013 Salı

Bugün 25 Kasım ve ben hamileyim !

Tam iki sene önce 25 Kasım benim için çok özel bir gündü. Doktoruma genel kontrol için gitmiştik. Artık bir bebek istiyoruz diye onun görüşlerini de alacaktık. Doktorun muayenesi sırasında zaten 5 haftalık hamile olduğumu öğrendiğimde gözyaşlarıma hakim olamadım. Bu sürprize hem öylesine hazır, hem de öylesine hazırlıksızdım ki! Doktordan çıkıp Murat'la Nişantaşı'nın ışıl ışıl sokaklarında kolkola yürüdük, fazla konuşmadık. Hemen havaya girmiştik aslında. Hayatımızın nasıl da ilk günden değişmeye başladığını şaşkınlıkla izliyorduk. Bu süreçte bizi kim bilir neler bekliyordu neler...

İşte o 25 Kasımı hep hatırlarım. Özel, çok özel bir gündü. Benim için, bizim için. 

Aradan iki sene geçti. Hamilelik, doğum derken, merakla beklediğimiz bebek geldi, büyüdü, büyüyor. Zaman uçuyor sanki. 

Ve ben yine hamileyim. Bu kez bu tarihte öğrenmedim, bu durumu bir süredir biliyorum ve kutluyorum. Ama yine de 25 Kasım'ı Pınar'ın Hamileliğini kutlama günü olarak ilan ediyorum. Çünkü bugün yine bir 25 Kasım'da özel birşey oldu, kalbime girdi ve benimle konuştu adeta. 

Bir şarkı bu. Şarkının sözleri o kadar bana ve bebeğime uygun ki dayanamıyorum ve her dinlediğimde duygular kalbimden çıkıp her hücreme yayılıyor. Şarkı tabii ki sadece sözlerden ibaret değil, muhteşem sesiyle Cem Adrian ve ona eşlik eden o Piyano melodisi, ardından gelen trampet... 

Güzelden öte bir şey bu, kelimelerle anlatamıyorum bu kez. Dinlemeli. Ve ben blogumda ilk kez bu kadar kısa bir yazı yazıyorum. Çünkü yazarak anlatmam gerçekten imkansız bu hisleri.. Şarkıyı dinleyin, o zaman anlarsınız ne demek istediğimi.




Bu linkten ulaşamazsanız, Google'da arayın Cem Adrian - Ben Seni Çok Sevdim.



BEN SENİ ÇOK SEVDİM

Bir istiridyenin kıymetli incisini sakladığı gibi saklarım seni...
Bir bahar dalının narin tomurcuklarını sakındığı gibi korurum seni...
Çok derin... Derinlerimde ellerin...
Bir Armağan gibi Tanrıdan bana, kış güneşinde altın kirpiklerin.

Ben seni çok sevdim...
Belki zordur anlaması sessizliğimden...

Ben seni çok sevdim...
Sen oku kelimeleri gözlerimden.

16 Kasım 2013 Cumartesi

Kârlı Takas Bebeğime Yaradı...


Bir iMac bilgisayarım vardı, 2010 Ocak ayında Kanyon'daki Apple mağazasının teşhirinden aldığım. Hiç hesapta yokken fırsatını bulunca bir anda Apple'cı olmuştum. Üstelik o zaman ne bir iPhone'um, ne de bir iPod'um vardı. Ofisimizi yeni açıyorduk ve İspanyol ortaklarım neden Apple aldığımı merak ediyorlardı. Bir anda içimden öyle gelmişti işte. İster dizaynını beğendin deyin, ister kullanımını, isterseniz de sadece farklı olmasını... Hepsi doğru. Fazla düşünmeye fırsat bırakmamıştım kendime, birçok defa olduğu gibi içimden gelen sesi dinleyip acele karar vermiştim. Bana bile emekli olarak gelen ama her dem taze görünen o beyaz narin cihazla üç buçuk seneyi beraber geçirdik. Birlikte gecelerce ne ihalelere hazırlanmadığımız kaldı, ne spiritüel terapilerimizde muhteşem müzikler çalmadığımız... Neler yaşadık neler.. Ah bir dili olsa da konuşsa.. 
Hamileyken ofisi eve taşıdığımda tıpış tıpış geldi, evimizin baş köşesine kondu. Bu kez de beraber bu harika blog'u açtık, yazdık da yazdık. Onun klavyesi bir başkaydı, parmaklar üzerinde gezinirken fazla ses çıkarmaz, yumuşacık darbelerle adeta yaylanırdı parmak uçlarımda. Hele bir de bembeyazlığı yok mu? Öyle ki, beyaz mouse artık eskisi gibi atak olmadığında bile onu sıradan bir mouse ile değiştirmek istemedim. Ne güzeldi yandaki iki tuşa basınca birdenbire tüm pencerelerin küçülüp aynı ekranda beraber görünmesi. Senkronize olarak bir sürü işi aynı anda yapmayı seven benim için çok ideal bir bilgisayardı doğrusu. Benim kafam ne kadar karışık olursa olsun, o hiç donup kalmaz, beni hep kendi hızımla takip ederdi. Tam uyum içinde çalışan, hatta yaşayan bir ekiptik. Kimi zaman, emaille güzel bir haber ya da sipariş alıp havalara uçtum, kimi zaman duygusal yazılara ya da videolara karşısında gözyaşı döktüm, kimi zaman da hamilelikle büyüyen göbeğimin fotoğraflarını onun eğlenceli Photobooth aksesuarıyla çekip uzaktakilere gönderdim. Neler neler daha var anlatabileceğim. Benimle o günleri yaşayanlar bilir...

Sonra bir gün geldi, evde artık bir çalışma masasına ayıracak yerimiz kalmadı, haliyle bir masaüstü bilgisayara da..

Fazla düşünmeme gerek kalmadı iMac için. Belli ki beraber yaşayacaklarımız buraya kadardı. Hemen Facebook arkadaşlarıma yazdım, talibi çıkan olur mu diye. Öyle satmakla falan uğraşmak istemedim. Eninde sonunda oldukça eski bir modeldi, hatta bazı özellikleri çalışmıyordu. Açıkçası ufak bir para için bunları anlatmak, para konuşmak istemiyordum kimseyle. Belki de o eski arkadaşa bir para biçmek istemiyordum, kim bilir. Meğer ne çok taliplisi varmış benim emektarın, mesajlar akmaya başladı. Tabii ki benim için ilk isteyen öncelikli. Aslı diye liseden bir arkadaşımla mesajlaştık ilk önce. Kendiyle uzun yıllardır görüşmüyorduk, 6 aylık bir bebişi varmış. Üstelik blog'umun da takipçisi.. Hemen uzun sohbetler, paylaşımlar ardından tarih saat sözleştik, gelip bizden bilgisayarı alacak şekilde anlaştık. O güne kadar da ben bilgileri yedekleyecek, bilgisayarı temizleyip sıfırlayacaktım. Herkes için muhteşem zamanlama ayarlandı. Ve o gün geldi çattı. Tüm aksesuarlar ve belgeler hazır, bilgisayarın kendi zaten tek parça, evin girişinde bekliyor. Aslı ve eşi tam saatinde geldiler. Minik Zeynep aşağıda bekliyor olduğundan ve bizim Mert içerde uyumaya uğraşırken ağladığından fazla sohbet edemedik ama o kısa zamanda çok şey paylaştık bence. Eli boş gelmemek için bize Doğan Egmont Yayıncılık'tan çıkan bir kitap getirmişler. Klasik Müzik Masalları serisinden bir CD'li kitap. 
İtiraf ediyorum, bunca zaman bu seriyi hiç duymamıştım. Klasik müzik sevmeme rağmen, ciddi bir dinleyicisi olmadığımı da burada açık yüreklilikle itiraf ediyorum. Birazdan detayına gireceğim gibi, bu hediye zaten bizde bunu tetikledi; bu hediyeyle evren bana dedi ki "kalk da klasik müziği hayatına dolu dolu kat". 

Karşılıklı teşekkürler edip ayrıldık Aslı'larla. Ben aslında daha çok bilgisayarın gidişine odaklanmıştım başlangıçta. Ona sevgiyle veda ettim, beraber yaşadıklarımız için hem ona hem de kendime teşekür ettim. O kadar iyi hissediyordum ki o giderken, galiba benim için misyonunu tamamlamıştı. Her şeyden öte, yine hayatımda bir dönem kapanmış yeni bir dönem açılıyordu. Bu değişime izin verdim, sadece izledim gidişini. Ve kitabı bir köşeye kaldırdım bunun sakinliğiyle. Daha idrak edememiştim, tam olarak ne olduğunu onun.

Aradan on gün kadar geçmişti. Tam da Mert'in yeni uyku alışkanlığını oturtmaya karar verdiğim, ama harekete geçmeye henüz başlamadığım zamanlardı. Bir sabah Mert'le oynarken bu kitabı ve içinden çıkan CD'yi denemeye karar verdim. CD'yi müzikçalara koydum. İlk olarak masal okunuyordu, henüz bizimki masalla pek ilgilenmiyor. Hemen müzik parçalarına geçtim. Birdenbire Mert'in yüzünde biraz meraklı ve bir o kadar da keyifli bir ifade belirdi. Yüz ifadesi diyordu ki, "Bu sesler nereden geliyor, ne sesi bunlar? Bence biraz tanıdık.. Çok berrak ve harika melodiler, içim kıpır kıpır oldu ama aynı zamanda da huzur doldu. Nedir bu kulağıma alışık gelmeyen sesler ama içime tanıdık gelen duygular? ..."

Birkaç parça dinledikten sonra gayri-ihtiyari soruverdim Mert'e, "Piyano çalalım mı?" diye. Hemen heyecanla salonun kapalı kapısına koştu, "Badi, badiii, Aç, aç" demeye başladı devamlı. Badi Mert dilinde Piyano demek oluyor. Kapıyı açtım, doğru piyanoya koştu, kapağını da bana sabırsızlıkla açtırdı ve 5-10 dakika kadar kendi kendine tıngırdattı. Sonra da bu kez sakince "Oğlum, hadi biraz uyumak ister misin?" dedim, sabah uykusu için harika zamanlama olduğunu hissederek. Cevabını vücut diliyle verdi; tabureden aşağı indi, doğru odasına yürüdü sakin adımlarla. Odasında sessizce pijamasını giydirdim, perdeleri kapattım, başka bir klasik müzik cd'sini başlatıp usulca yanından çıktım. O da uzun zamandır ilk kez kendi kendine sakince ve huzurla uyudu. Bana da geriye kendimi kutlamak kaldı.

Böylelikle hayatımıza bir kez daha Klasik Müzik girmiş oldu. Buna vesile olan emektar bilgisayarıma teşekkür ediyorum. Arkadaşım Aslı'ya bu kadar ince bir hediye alma nezaketini gösterdiği ve iMac bilgisayarımı hiç ummadığım kadar değerli bir şeyle takas ettiği için teşekkür ediyorum. (her ne kadar Aslı'nın niyeti takas olmasa da, ben evrenin böyle boşlukları güzelliklerle doldurduğuna inandığım için öyle tabir etmeyi tercih ediyorum) Özellikle dışarıdan gelen seslere çok duyarlı olan oğlumun uyku rutinleri için müzikten faydalanmamızı bize hatırlattığı için uyku danışmanı Pınar Sibirsky'ye yeniden teşekkür ediyorum. Tam zamanı geldiğini hissedip onu çaldığım ve onu iç huzuru davet etmeye bir vesile yaptığım için kendime de teşekkür ediyorum :)

Bundan sonra serinin geri kalanını tamamlayıp ben de çocuklarla tadını çıkaracağım. 

İlgilenenler için seriyi aşağıda listeliyorum. 

Sevgiyle... 





Klasik Müzik Masalları 1 / Vivaldi - Çobanın Mevsim Yolculuğu


Klasik Müzik Masalları 2 / Bach -  Şatoda Üç Saat


Klasik Müzik Masalları 3 / Mozart - Büyük Sır


Klasik Müzik Masalları 4 / Beethoven - Duygu Makinesi 



Klasik Müzik Masalları 5 / Çaykovski - Sihirli Ödev



Klasik Müzik Masalları 6 / Chopin - Dağınık Oda
Klasik Müzik Masalları 7 / Strauss -  Kayıp Prens


13 Kasım 2013 Çarşamba

Ben Çocuğumu UYUTMUYORUM !!!

Evet doğru okudunuz, UYUTMUYORUM işte çocuğumu. Uyusun diye onu sallamıyorum, emzirmiyorum, koynumda ısıtmıyorum, kucağımda dolaştırmıyorum, sırtını pışpışlamıyorum, saçını okşamıyorum, aydedeye bakıyoruz diye onu kandırmıyorum, ona ninni bile söylemiyorum. Çok despot, çok haşin, çok sevgisiz, şefkatsiz olduğumu mu düşündünüz yoksa bir an için? Yoo, bence hiç de öyle değil. Hatta Mert ben böyle olduğumdan beri bana daha bir sevgi dolu sarılıyor, Anneciiii diye. Ama uyku saatlerinde değil; oynarken, konuşurken...

Uyku konusu çok hassasmış gerçekten, saygıdeğer bir konu ayrıca. Sadece konu değil, çocuklarımız da saygıdeğer birer bireyler. Uyku da bizim onlara bu saygıyı hayatlarında ilk kez gösterebileceğimiz belli başlı durumlardan birisi.

Ben Mert'i son bir aydır gerçekten uyutmuyorum, ona izin veriyorum ve o kendisi uyuyor. Aynı yetişkin bireylerde olduğu gibi, yatağını ve uyku saatini biliyor, sadece uyuyor. 

İşte bence o "uyku eğitimi" dedikleri, aslında benim şahsen pek de hoşuma gitmeyen tabirin en büyük püf noktası bu. Çocuğu uyutmayı artık bırakıp, onun kendi kendine uyumasına ortam sağlayıp sadece bırakmak, izin vermek. Bu kadar basit, ama hiç de kolay değil.

Okudum birkaç kitap evet, internette sevdiğim sitelerde birkaç makale de var aklımda kalan. Hepsinden bana doğru gelen bilgileri çekip koydum hafızama. Bir ara, Mert 3 aylık falandı sanırım, Pınar Sibirsky diye bir hanımın Gymboree'deki söyleşisini dinlemiştim ve ilk kez o zaman uykunun eğitim verilecek birşey olduğunu duyup şaşırmıştım. O sıralar, Mert çok kolay ve düzenli uyuyor, geceyi gündüzden tamamen ayırt ediyordu. Ama  bir gün neler olacağını kimse bilemezdi.
Mykundak isimli danışmanlık şirketinde Pınar hanım ailelere bebekleri için uyku danışmanlığı veriyor. Şirin mi şirin kartvizitin renkleri ve şekli hala gözümün önünde.
Geçen ay, artık Mert'in eski bakıcısının ona aşıladığı ayakta sallama metodu ile uyumasına bir son vermemiz gerektiğini yoğun bir şekilde hissettim ve harekete geçmeye karar verdim. Hiç maceraya atılmayayım, çocuğumu da kontrolsüz ağlatmayayım diyerek Pınar hanım'ı aradım. Kısa bir telefon görüşmesi geçti aramızda. Akabinde de Muratla konuştum ve o hanımdan bir danışmanlık hizmeti almaya karar verdik.
Ancak, ne olduysa oldu ve bir gece ansızın içime bir dürtü düştü. İçimden bir ses benimle uzun uzun konuştu :) Bakın neler dedi neler: "Sen oğlunu en iyi tanıyan insansın. Uyku alışkanlıklarını ve onun dilini en iyi sen tanırsın. Ona kendi kendine uyuyabilmesini en iyi sen öğretebilirsin. Hem öyle sinsi stratejiler de olmaz o zaman işin içinde. Hatırlasana, ne güzel telepati kurardınız onunla henüz hamileyken, neden şimdi uykuya dalma süreçlerinde de bu telepatik iletişimden faydalanmayasın? Bir de rahatlama metotları var bildiğin, kendinde uyguladığın, oğlunu neden mahrum edesin bunlardan? Bilgiler hazır, senin içinde. Okudun, dinledin, konuştun.. Sen ve Mert'e en uygun bilgileri aldın kabul ettin. Sadece hatırla ve uygula onları. İşte bu kadar basit. Haa bu arada, şuan tek ihtiyacın olan şey cesaret ve onu da sana Pınar hanım aktardı o geçen günkü konuşmanızda".... 

Bunun üzerine, kendime bir şans vermeye karar verdim. Ben Mert'e güveniyordum da bir şansa ihtiyacı olan bendim sanırım. iki hafta biz bize bir deneyelim, olmazsa o zaman Pınar hanımı arar danışmanlığa başlarız dedim kendi kendime. Murat da benimle hemfikir oldu ve hep destekledi.

Önce Mert uyurken onun yanında uyuyana kadar sandalyede oturarak başladım işe. Her zamanki gibi tüm uyku öncesi ritüellerimizi yapıyorduk. Bunlara ilaveten yeni ritüeller çıkmıştı, Mert'in hoşuna giden. (dikkatinizi çekerim rutin demiyorum, ritüel diyorum, bence böylesi daha hoş ve içten) Gündüzleri uykularında daha farklı ritüeller benimsemiştik. Ve bütün bu uyku öncesi hazırlıklarımızı Mert'le beraber yapıyorduk. Banyo, pijama, perdeleri kapatma, müzik açma, emzik veeee yatak. Yani o da süreçlerin bir parçası hatta başrol oyuncusu oldu. Hem keyif aldı, hem öğrendi, hem de saygı duyulduğunu hissetti.
Yanında oturup uyumasını beklediğim zamanlar ona başka birşey daha aşıladım. Yatağa yattığında nasıl gevşediğini, nefeslerinin sakinleştiğini, tüm ağırlığını yatağa teslim etmenin o çok hafif ve huzurlu duygusunu, Allah'ın ve Meleklerin onu her daim koruduğunu, gün içinde enerji alanına ya da bedenine bir şekilde girmiş olan negatiflikler ve toksinlerden tam uyku öncesi ve sırasında arındığını ona telepati yoluyla anlattım. Tabii ki o aşamada, kendi uydurduğum ninniler ve yumuşak, fısıltıya yakın sözcükler yardım etti bana. Artık bu şekilde çok kolay uyuduğunu fark ettiğimde sandalyeyi bir sabah uykusundan önce iptal ettim. Onu henüz uyanıkken yatağında bırakıp odadan çıktım ve kapısını kapattım. Bir denemeydi önce bu. Sonra bir baktım ki hemen uyuyuveriyor. Bazen azıcık bana sesleniyor, deniyor beni. Sonra yine uyuyor. Bazen annee diye sadece sayıklıyor usulca ve ses kesiliyor. Önceleri onun seslenişlerini hatta ağlamalarını duymamak için kendime evin en uzak köşesinde işler icat ediyor, telsizi açmıyor, açtırmıyordum. Sonraları alıştım, Mert de alıştı. Ve gün gelip de telsizden sessizliğini duyduğumda yüreğim kanat çırpıyor ve gülümsemem kulaklarıma yaklaşıyordu.. İlk zamanlar böyleydi işte. Kendimi ve Mert'i nasıl kutlayacağımı bilemiyordum. Şimdi bu durumu ailecek kanıksadık. Çok mutlu ve gururluyuz. Daha ne diyebilirim ki! 

Bu arada, söylemeden geçemem, eşim Murat beni her kararımda destekledi ve harekete geçtiğimde de benimle aynı yolda yürüdü, tam yanımda, tam yanımızda. Bu çok önemli. Bu bir aile olayı çünkü. Aynı evin içinde farklı hayatları ortak yaşayan bireyleriz bugüne bugün. Teşekkür ediyorum Murat'ım sana.

Tüm bu süreçte, bana içtenlikle bilgi dağarcığını açıp olayın gidişatını etkileyecek birkaç tiyo veren Pınar Sibirsky'ye ne kadar teşekkür etsem az. Her ne kadar istemiş olsak da ondan danışmanlık hizmeti almadık. Gerek kalmadı. Bu durumu onunla paylaştığımda, adeta Hipokrat yemini etmiş bir doktorun hastasının iyileşip artık ona ihtiyacı kalmadığına sevinir gibi sevindi, kalpten. Ben de ona teşekkür etmek için birkaç fidan dikmek üzere onun adına TEMA'ya bağışta bulundum. Bu yaratılan şey kalıcı bir değer olsun diye... Dünya'ya ve bütüne bir katkı olsun diye... Hepimiz sevgiye hizmet etmiş olalım diye... 

Ve o da bize bir süpriz yaptı ve Mykundak websitesinde fotoğrafımızı yayınlayacağını söyledi. Hani ben düşünüyordum ya Mert'i ve kendimi nasıl kutlayayım diye.. İşte geldi büyük ödül bize :) Tadını çıkarma zamanı!

Buyrun siz de bir göz atın:

http://www.mykundak.com/uykucu/38-ayin-uykucusu-mert-saracoglu-16-aylik-.aspx#.UvYdqGJ_suc



31 Ekim 2013 Perşembe

Geç ama Kalpten Gelen

Uzun bir süredir çeşitli sebeplerden ötürü yazmıyordum, yazamıyordum. Sadece buraya değil, uzun emailler bile yazamaz haldeydim.

Ancak, ne kadar ara verirsem vereyim, yeniden yazmaya başladığımda ilk yazımın konusunu kalbimin derinliklerinde biliyordum. İçeriği de yazınca oluşacaktı, onu da biliyordum. Aslında sadece bilmek değil, böyle olması için önce kendime sonra da ona söz vermiştim.

Sevgili eşim Murat'ın babası, sevgili kayınpederim, Turgay Saracoğlu haziran ayında bu hayata veda etti. Her ne kadar kendisi bizi gitmeden önce bir nevi hazırlamış olsa da, yine de ailede böylesi süresiz vedalar pek zor oluyor. Artık onu göremeyecek, sesini duyamayacak olmak, geride kalanlar için kabul etmesi zor geliyor. Ben şimdi, birazcık da farklı olarak, Turgay Saracoğlu'nu gelininin gözlerinden, kalbinden anlatacağım.

Onu yedi yıldır tanıyorum. Yedi yıl kimileri için kısa, kimileri içinse uzun bir süre olabilir. Fakat benim için bir kişiyle bağ kurabilmekte aslolan şey kişilerin birbirini ne kadar süredir tanıdığı değil, bu sürede nelerin yaşanmış olduğu ve belki de herşeyden önemlisi bu ikili etkileşimde kişilerin birbirinin kalbine ne derece dokunabilmiş olduğudur.

Murat'la birbirimizi taa çocukluktan beri tanıyoruz. Birlikteliğimizin başlangıcı ise üniversiteden mezun olmamızdan sonrasına rast gelir. O tanıdıklığın verdiği güvenle biz görüşmeye başladığımız zamanlarda haliyle birbirimize ailelerimizden bahsediyorduk. O zaman anladım ki Murat'ın tanıdığımı sandığım kısmı buzdağının görünen kısmıymış. Meğer derinlerde neler neler daha varmış. Belki her oğlan çocuğu gibi, belki de babasının etkili kişiliğinden dolayı onu uzun uzun anlatıyordu. Onu dinlerken, doğruyu söylemek gerekirse içimden ilk geçen düşünceler; "a ne kadar da güzel, benim babam gibi Almanya'da okumuş, demek ki çok iyi anlaşacaklar" ve bir de "kendi işini de kurmuş, sanayici olmuş, bu da harika bir ortak nokta" olmuştu. Halbuki bu iki kavram, yani Alman ekolünde eğitilmiş bir Adanalı sanayici olması onu her ne kadar dışarıdan çok da tanımlayan bir kalıp olsa da onu tanıdıkça altında çok çok daha fazlası olduğunu gördüm.

İlk tanıştığımız günü hep hatırlarım. Onların evinin salonunda sohbet ediyorduk. Ben çok heyecanlıydım. Neyse ki Murat'ın yiğeni Efe son derece coşkulu bir performansla ortamı yumuşatıp heyecanımı dağıtmama yardım etti. Kayınbabam, o kısa sohbetimizde beni tanımak için hiç alışık olmadığım tarzda sorular soruyordu. Bazılarına cevap vermekte bile zorlanıyordum. Kimileri ailemi de tanımak yönündeydi, bunu hissedebiliyordum ve en doğru cevabın ne olduğunu arar dururken kalbim güm güm çarpıyordu. Konuştukça, bir yandan beni sevdiğini hissediyor, bir yandan da ona hayranlık duymaya başlıyordum. O nasıl bir zekaydı... Oradan çıkıp da eve yürürken artık bambaşka bir yolda ilerlediğimi biliyordum. Çünkü hayata ve kendime bakışım değişmişti. Kendime sormaya cesaret edemeyeceğim sorular sorulmuş, derin ve kapsamlı bir sohbet yaşanmıştı. Belki de pek alışık olmadığım bilgi içerikli paylaşım beni biraz da şaşırtmıştı.

O günden bu güne kadar geçen o yıllar, benim hayatımda birçok dönüm noktasına sahne oldu. Evlenip Adana'dan İstanbul'a yerleşmem, bambaşka bir alanda başlattığım yeni iş girişimim ve onunla beraber gelen büyük değişimim, o alanda tanıştığım insanlar, girdiğim ortamlar ve öğrendiğim tarih bilgisi ; daha sonra o işi rölantiye alıp bebek hazırlığına başlamam, bebekten sonra heyecanla sarıldığım Blog yazılarım, ardından İstanbul'dan tekrar Adana'ya taşınma kararımız, Adana'da yeni ev, yeni düzen, yine bambaşka bir alanda yeni bir iş girişiminin parçası olma durumu... Bu geçişlerin her birinde, yaşananların heyecanı ile yoruculuğu, bazense bezginliği birbirine karıştı durdu...

O hep vardı, yanımda olduğunu ve desteğini hep hissettim. İstanbul'daki ilk evimizi tuttuğumuzda yanımızdaydı, onun görüşleri bizim için hep çok önemliydi. İşimi kurup da ofise yerleştiğimde bana harika bir Çeşm-i Bülbül vazo hediyesi ile gelmişti. Vazonun değeri ya da güzelliği bir yana, asıl beni etkileyen şey, işimle yakın olarak ilgilenmesiydi. Anlattıklarımı ilgiyle dinliyor, sorular soruyor ve beni zaman zaman yönlendiriyor, fikirler veriyordu. Belki de herşeyden daha anlamlısı, kendi fikirlerimi geliştirmemi teşvik ediyor, adeta bunu bana ilk kez o öğretiyordu. Her görüşmemizde, işimde son yaşananları öğrenmenin heyecanını yaşıyordu. Bazen resmi dairelerle çalışmanın zorluğunu benimle paylaşıyor, bazen o engin tarih bilgisi ile benim kendi müşterilerime farklı bir bakış açısı geliştirmemde etkili oluyor, bazen de benim gidip gezdiğim ve bir kısmı normalde ziyarete bile açık olmayan o tarihi mekanları anlatırken dinlemekten büyük keyif alıyordu. Ben de tabii ki bu denli keyifle dinleyen birisi olunca işime daha bir sarılıyordum. Sonraları onun hakkında hazırlanan kitaba yazdığım kısa yazıda da işte bu yüzden onu arkamızı yasladığımız bir dağa benzetmiştim.

Kayınpederim de herkes gibi bebek haberine çok sevinmişti, coşkumuzu bizimle paylaşmıştı. Mert'in doğduğu gün hastanede saatlerce beklemiş ve ailenin o büyük mutlu gününde bizim yanımızda olmuştu. Üçüncü oğlan torununu kucağına almanın o gururu çok bariz hissediliyordu o günlerde. Mert büyürken onu sık sık ziyaret ederdik ve bebekte en ufak değişiklik veya yeni öğrendiği en basit şey bile onu sevindirmeye yetiyordu. Görüşemediğimiz dönemlerde ise Mert'in fotoğraflarını gönderiyordum ona. Fotoğrafa anında telefonundan bakar ve bir yorum yapmadan duramazdı. 

Bebekle beraber içimde yeniden körüklenen yazma arzusu ile blog yazmaya başlamıştım. Yazılarımı yayınlar yayınlamaz sevdiklerimle paylaşıyordum. Ve ilk okuyan da o oluyordu genellikle. Okuyunca oraya yorum yapmaz, mutlaka beni telefonla arardı. Yazılarımın dili kadar onun hoşuna giden şey benim satır aralarımda Mert'in gelişimini okuyor olmaktı. Torununu yazılarımda tanıyordu adeta. Beni her yazımda tebrik ederken, bir yandan kendimi yazarak ifade etmedeki gücümü vurguluyor, bir yandan da anne olmam yönünde beni duygulandıran iltifatlarda bulunuyordu. Öyle ki, birçok konuşmamız akabinde gözyaşlarıma hakim olamadığım oldu.

Sonra Murat'la beraber o büyük kararı verip Adana'ya taşınacağımızı Kayınpederimle paylaştık. Karmaşık duygular içinde olduğu belliydi. Oğlunun çok doğru birşey yapıyor olmasının gururu, Mert'i daha az görecek olmanın burukluğu ile karışıyordu. O karara hepimiz çabuk alıştık, hızlıca harekete geçtik ve iki ay içinde toparlanıp Adana'ya geldik. Artık onu vefatına kadar olan sürede sadece iki kez görebileceğimi tabii ki bilmiyordum. Yine telefon görüşmelerimiz oluyordu, Blog yazılarımı takip ediyor ve Adana maceramızın başlangıcını buradan okuyor, her zamanki gibi görüşlerini benimle anında paylaşıyordu. Beni bu kez de yazmam konusunda teşvik ediyor; bir gün bir kitap, hatta bir roman yazabileceğime inanıyordu. 

Şimdi bu yazımı onun e-posta adresine gönderemeyecek olmak ve onunla yazılarımı paylaşamayacak olmak çok üzücü. Ama bir yandan biliyorum ki o her zaman olduğu gibi bana inanıyor ve yazdığımı biliyor. Ona çok teşekkür ediyorum. Öncelikle bana kendimi değerli hissettirdiği, beni olduğum halimle kabul ettiği için. Şuan beni ben yapan bazı yeni unsurlara vesile olduğu için. Bana inandığı ve bana kendime inanmayı öğrettiği için. Kendime güvenerek attığım her adımda tam arkamda hazır ve nazır destek için bekliyor olduğu için. O içimdeki gücü böylelikle dışarı çıkardığı için. 


İyi ki hayatıma girdiniz, sevgili kayınpederim Turgay Saracoğlu. Sizi tanıdığım ve kısa da olsa hayatımın çok önemli bir döneminde yollarımız kesiştiği için çok mutluyum. 

Ruhunuz sonsuza kadar ışıklarla aydınlansın!




17 Mayıs 2013 Cuma

ne savaşı bu savaş?...

İtiraf ediyorum, gazeteden ya da televizyondan haberleri pek takip etmiyorum. Hayatım boyunca da böyleydi, hala da böyle. Bundan keyif almadığım gibi, doğrusunu isterseniz haberleri takip etmek pek aklıma da gelmiyor kendi doğal haliyle. Buna rağmen, ve haberlerin belki de gerçeklerin çok küçük bir kısmını yansıtmasına rağmen, duyuyorum ve öğreniyorum bir şekilde... bilmem gerekenleri....

Gündemin çirkin haberlerle dolu olduğu şu günler... Sanki ne duysam kötü, kiminle konuşsam yeni bir olaydan bahsedecek. Şu sıralar Suriye'deki gerginliklerin Türkiye'ye doğrudan yansımaları ve hayatımıza çok yaklaşmalarının insanlar üzerindeki maddi manevi etkileri çok büyük. Hele ki sınıra iyice yakın olan Adana'da.

Anlayacağınız, Adana'da da hava bu sıralar gergin. Havalar daha ısınmadan kanlar ısındı galiba.

Ben mi ne hissediyorum? Ben üzgünüm, yorgunum, daha çok kafam karışık aslında. Sorguluyorum.. Yargılıyorum. İyi ne? Kötü ne? İyiler kimler? Kötüler kimler? Herşey bir çizgi romandaki baş iyi karakterle kötü karakter arasındaki savaş gibi çıplak ve basit mi? Sanki değil...

Nispeten biraz daha makro sayılabilecek bu dış siyasi olaylardan sonra, bir de Türkiye'nin iç siyasetine bakıyorum sonra. Orada da bir gerginlik, bir mücadele... bir savaş... Peki kim haklı dersiniz? ...
Nerede bir seçim olsa, taraflar yerlerini alıyor, heyecanla girişiyorlar çalışmaya, propoganda yapmaya. Orada konuşulanlar ve mücadele konuları öyle gerçekdışı ki bana göre. Herşey bir oyun sanki. Sonuç ne peki? Birisi kazanıp birisi kayıp mı ediyor sizce? Bence kaybeden insanlık, kaybettiği de erdemleri.. Yani topyekün bir kayıp bu, kazananlar bu kadar sevinmeden önce bir düşünsün.


Sonra geliyorum başka bir noktaya. Peki ya kim haklı? 


Değişiyor değil mi, kimin haklı olduğu?.. Nereden baktığınıza, neye inandığınıza göre değişiyor. Birileri hep bir tarafları tutuyor. Tutmakla kalmayıp fanatikleşecek kadar gözünü karartınca da başlıyor bir mücadele, bir savaş... Kendini unutacak kadar çirkinleşiyor sonra tablo. Kendini, insan olduğunu, ölümlü olduğunu, sevgiyle varolup sevgiyle yok olacağını unutuyor, bir gün uçup gittiğinde geride sadece yine sevgi parçacıkları bırakacağını ve işte asıl bu sebeple belki de bunca savaşın bir anlamının olmadığını unutuyor.

Etrafımdaki kişisel olayları izliyorum, bir yandan. Aynı savaş oralarda da var... Siyasi olmadığına kanmayın.. Yine var bir mücadele, bir yarış, bir savaş.. Birşey elde etmek için duyulan hırsla gözler kararıyor. Belki maddi birşeyler, belki mevki, belki itibarlı bir isim... Bunlar uğruna içindeki insanlığın üstünü örtüp başka kostümler giyiyor insan. Peki ne oluyor?
Ben haklıysam, sen kötüsün! Bunu kim diyor? Ben. 
O zaman, sen de kendine göre haklı olduğuna göre, bu kez de ben kötü oluyorum. Tek değişen bakış noktası, onun dışında herkes olduğu gibi... Yine birileri birşeyler kazanıyor, zengin oluyor, itibar ve çevre elde ediyor, harika görünüyor, en çok bilen veya en başarılı ünvanını alıyor. Bir süre bu böyle gidiyor, sonra ya değişiyor, ya da hayat bitiyor...

Geriye bir tek şey kalıyor, sevgi...

Bize düşen ise, hatırlamak sadece... Özümüzdeki güzellikleri, sevgiyi hatırlamak. Bu dünyaya savaşmak ve "kötü" olmak için gelmiş olamayız. O halde, dünyaya gelişimizin güzel ve geliştirici amacını hatırlamak. Tek ve gerçek çarenin bu olduğuna inanıyorum. Üçüncü kişilerin zoruyla varılan uzlaşmalar, tarafların birbirine sus payları vererek anlaşmaya varmaları değil gerçek ve kalıcı çare. Çare inanmakta; insanın bütünsel ve kişisel amacını hatırlamakta.

Bunu daha kolay anlamak için, belki, ömrünün son günlerini yaşamakta olan birisiyle ya da henüz yeni hayata gelmiş bir bebekle yakın olmak işe yarayabilir. O iletişim sözlü olmaz, düşüncesel olur, biraz da telepatik. O anda hisler konuşur, sözler değil.
İşte, bunu anlayınca da hayat bir anda anlamlanır ve doğumla ölüm arasındaki o "hayat mücadelesi" dediğimiz süreç, mücadele olmaktan çıkar, "hayat sahnesi" haline gelir. Amacımızı gerçekleştirip reverans yaparak çıkacağımız o sahne... Öyleyse, neden olmasın?
Taraflar sahnede dans etsin. - Kendini iyi zanneden "haklı" kötülerle, karşı tarafın kötü zannettiği "haklı" iyiler ahenkle dans etsin o sahnede.. 

Olabilir mi? Bence olabilir... 
Ne zaman? hazır olduğumuzda...

12 Mayıs 2013 Pazar

Bu kez; Kendimi Konumlandırmak için Yazıyorum

Evet, bu kez sadece kendim için, kendimi yeniden konumlandırmak için yazıyorum. Yeni konumumu belirlemek, bir süre önce yapmış olduğum başlangıcı hayat alanıma almak ve bu yeni hayat konumumu benimsemek için yazıyorum. Bu yazı nereye varacak konusu henüz meçhul. Biraz yazayım, o yeter.

Hayatta, önce bebeğimden ve sonra da birkaç bazı hayat deneyiminden öğrendiğim, herhangi bir şeyi sadece yaparken keyif almak... Şimdi yazarken olan şey işte bu. Başını sonunu, öncesini sonrasını düşünmeden, sadece yazarken keyif almak. Hatta ve hatta okuyucularla paylaşma fikrini bile düşünmeden yazarken zevk almak bundan. Bu seferki yazım böyle işte, spontan mı dersiniz, doğaçlama mı bilmem, ama bana kesinlikle güvenebilirsiniz ki hiç düşünülmedi ve planlanmadı bu kez. Sanki diğerlerini planlıyormuşum gibi :) Ben yazarken, hele ki yeni başladığım blogumda yazarken pek fazla planlamam aslında. Sadece, bir fikirle başlarım. Her zaman önce başlığını atarım ve geleceğim son noktayı veya anafikrini bilirim mutlaka. İçerik ise yazarken oturur. Bu kez, ne konu var, ne sonuç, ne de aktarmak istediğim ana fikir.
Tek bir amacım var, kendimi bulmak. Bir süredir arıyorum kendimi, yazıdan çıkacağımı bile bile başka yerlere bakıyorum. Hani orada olmadığından emin olsanız bile anahtarları halının altı gibi abuk yerlerde ararsınız ya, öyle işte.

Yazılarımı öyle ya da böyle takip edenler nasıl bir hayat sürecinden geçtiğimi, hayatımda nelerin ne hızda değiştiğini bilir, ben yine de bir özet geçeyim. Aslında bütün özet kendime ;) Dedim ya, yeni konumumu benimseyeceğim diye yazıyorum. İsterseniz okuyun, yolculuğuma tanıklık edin, tercih tamamen sizde.

Bebeğimiz Mert geçen yıl Temmuz ayında İstanbul'da dünyaya geldi. Biz o sıralar Levent'te oturuyorduk, eşim Murat da Zincirlikuyu'daki işine gidip geliyordu. Ben hamileliğimin son aylarında artık çalışmayı zaten bırakmıştım ve bebeğime kendim bakacak olmanın heyecanını yaşıyordum. Mert 3 aylıkken aile ziyareti için geçici olarak geldiğimiz Adana'da eşimin işleri dolayısıyla Adana'ya taşınmaya karar verdik. Hemen ev bakmaya başladık, satın almak istediğimiz evi bulduk, İstanbul'a geri dönüp iki ay geçirdik ve yılbaşından tam bir gün önce 30 Aralık 2012'de Adana'ya temelli taşındık. Kendi evimize taşınmamız ise Nisan ayının başlarına denk geliyor. İşte, benim geçici olarak kendimden koptuğum ve günlerin-gecelerin yorgunluğuna kendimi kaptırıp birşeyleri atlıyor gibi hissetmem de bu süreçte oldu. Ve artık bu süreç bitti diyelim lütfen. Yazarak buna yardımcı oluyorum işte. Yazmak, benim için, ruhuma hitap etmek, ruhumla iletişim kurmak demek.

Şimdi, nereden çıktı bu kendinden kopmak? Nerden anladım böyle olduğunu? 

Bir halsizlik, bir isteksizlik, belki ufak bir depresyon hali. Yemeye aşırı düşkünlük, istediğim kadar sosyalleşememek, normal şartlarda keyifle yapmak isteyeceğim işleri devamlı erteleme durumu, hat safhada bir kararsızlık ve sonucu iyi çıkmayan şeylerden hep kendimi sorumlu tutma, bir yandan halsizlik hakim iken, bir yandan da aslında çok da önemli olmayan şeyler için kendimi aşırı yormam, yorgunluktan uyuyamaman, uyumadıkça da iyice huysuzlaşmam, herkese çatmam ve kendim başta olmak üzere insanları aşırı yargılıyor olmam. (hatta şuan yazdığım paragrafta bile onlarca yargı var :) ) İşte böyle kendimle mücadele halinde geçti Nisan ve Mayıs ayının bugüne kadarki kısmı. Artık buna bir dur demenin vakti gelmiş ki ben kalemi kağıdı elime aldım.

Tabii ki, bahaneyi üzerine atmayarak bir detayı da belirtmeliyim. Bu geçtiğimiz aylarda birkaç kez Dolunay, Yeniay yaşandı, hatta etkili bir Ay Tutulması denk geldi. O günlerde ise, yukarıda yazdıklarımın dozu biraz artarak hissedildi. Yeni Ay ise sadece birkaç güm öncesindeydi, yeni bir başlangıç yaptım, ruhsal düzeyde. Şimdilerde de işte bu yeni başlangıç devam etmekte, yani girizgah daha bitmedi, ben de bu dönemi bir yazıyla cilalıyor-süslüyorum adeta.

Yeni başlangıç bir sürü yeni kararla dolu. .. . ..

Kimisi ruhsal düzeydeki tercihlerin yeni versiyonları ki bunlara duyulan ihtiyaç o sancılı geçen dönemdeki farkındalıklar neticesinde oldu. Nası desem, galiba ruhsal boyutta bir güncellemeye ihtiyaç oldu, yeni kararlarla oraya zıplıyorum.

Yeni kararların bir kısmı da bedensel yönde. Örneğin kilo vermek, spor yapmak, daha sağlıkli beslenmek, bedeni güçlendirmek gibi.

Bazı kararlar hayatın gidişatıyla ilgili; örneğin işle ilgili yeni planlar/hayaller, eve yapılacak yeni güzellikler, sosyal hayatta bir dolu organizasyon vs vs...

İşte tüm bunlar olagelirken, yazıyı da birkaç aylık aradan sonra yeniden hayatıma aldım. Ve artık yazı konusunda da yeni bir kararım var. Filozof anne ismim ve yazılarımın içeriği-üslubu değişmeyecek. Ancak artık daha farklı konular ve daha kısa yazılar da araya girecek. Maksat ara sıcak tutulsun, ara derken yazıyla aramızdaki ara yani. Maksat Ben devamlı burada olayım. Haberdar olayım, online hayattan olduğum kadar, kendimden de haberdar olayım.

Peki şimdi sorsanız bana, ne oldu da bugün yazmaya başladın yeniden diye.. Cevabım da hazır aslında. Dün gece ilk anneler günümün arifesinde, özel bir paylaşım yaşadım. Kiminle mi? Kendimle.  Ben ve kendim birkaç saat keyif yaptık dün gece. Rahatladık, gevşedik, konuştuk, sessiz kaldık, eskiden aldığımız keyifleri hatırladık. Meğerse herşey yerinde duruyormuş;
buzlu kaDehler, acıbadEm likörleri, yaĞmur, anjelİka akbar müzikleri, loş ıŞıklar, romantİk filmler, muMlar, ılık banyolar ... Onlar hep varmış da ben unutmuşum onları. Dün onları hatırladığımda başka şeyleri de hatırladım kendimle ilgili. Ben hem aynıyım, hem yeni kararlarımla daha zenginim.. Bunu hatırlamak, kendime hatırlatmış olmak beni işte bu yazının son noktalarına ulaştırdı. Şükürler olsun!

Beni izlemeye devam edin, isterseniz twitter'dan da takip edin. @filozofanne

Sevgilerimle...

2 Mart 2013 Cumartesi

Bebeğimle Uyumlanma Meditasyonu

Uzun bir gece ve uzun bir günün ardından, bebeğim de ben de çok yorgun hissediyorduk. Hava biraz serin ama cumartesinin canlılığı sokaklardaydı akşam üzeri biz eve yürürken. Gezine gezine ve rahatlaya rahatlaya eve geldiğimizde epey gevşemiştik, Mert zamansız esnemeye başlamıştı. İkimiz de yorgun ve uykusuzduk. Eh ben artık çok iyi biliyorum ki uyku saat beklemez, gelince az da olsa vereceksin bir tadımlık.. Hele de diş çıkarma gibi bir süreçte uyku çok hassas ve kırılgan, ona nazik davranacaksın böyle zamanlarda.

Mert'i arabasından kaldırıp kollarıma aldığımda henüz üzerini bile değiştirmeden uykuya dalıverdi. Ben de içimden gelen dürtüleri dinledim, onu yatağına bırakmak yerine bu yarım saatlik kestirmesini, uçak yolculukları dışında ilk kez kollarımda yapmasına izin verdim. Meğer ikimizin de ne çok ihtiyacı varmış buna. Bazen çareyi başka yerlerde, başka kişilerde arıyor insan. Halbuki herşeyin cevabı içimizde, ve buna ulaşmak da çok kolay; sadece biraz iç sesi, içgüdüleri, dürtüleri dinlemeye kalmış, o kadar. Anne olunca insan, içgüdüleri dinlemek de hayli kolay aslında.. Denemesi bedava :)

Mert kolarımdayken kendime rahat bir yer buldum, ayaklarımı yere güzelce yerleştirdim, Mert'in günden güne iyice ağırlaşmış bedenini taşıyan sol koluma da bir destek yerleştirdim, hafif loş odada ben de gözlerimi yumdum. Başladım Mert'in tatlı nefeslerini dinlemeye..

Son bir haftadır, herşey üstüste gelmişti hayatımda.. Bir yandan yeni evimize bir türlü yerleşememiş olmanın bendeki baskıları, yeni restoran işimize gereken ilgiyi verememenin telaşlı stresi, aile içindeki muhtelif sorunlar, henüz kalıcı ve sürekli  bir bebek bakıcısı bulamamış olmanın yorgunluğu, Mert'in henüz çıkmakta olan iki minik dişine ilaveten yeni diş belirtileri ile azalan tahammül kapasitem beni bitirmişti artık. Gece uykusunun ne kadar değerli olduğunu anneler bilir, işte onun eksikliği ile iyice bir geriliyor insan, dayanamıyor hiçbirşeye. Ben de bütün bunların birikimiyle galiba dün gece uykusuzluğa hiç dayanamadım, bugün biraz patladım. Murat'a ve anneme dert yanarken, şikayet ettiğimi birden fark edip, kendi kendime "şşşş" dedim, "şikayet yok, kabul var". Şikayetlerin dilimin ucunda yarım kaldığı o anlarda, kabule geçmek zor olsa da işe yarıyor, kesinlikle! Ve sonra günün sonunda, Mert kucağımda sakince uyurken farklı bir boyuta daha ulaştım.

Önce sordum kendime, Mert'le bir süredir uykusuz geçen gecelere çözüm ne olabilir diye. İçimdeki ses, uyumlanma çözüm olabilir dedi. Hani bebek daha küçükken harika bir senkronizasyon vardı ya aramızda. Aynı zamanda acıkır, uykumuz gelirdi. Ben yanında uyurken o daha bir kıpırtısız, daha bir huzurlu uyurdu uzun saatler. Bebek acıktığında ben bedenimde bunu hissederdim, farklı yerlerde bile olsak. Gece daha o uyanmadan birkaç saniye önce ben gözlerimi aniden açardım. Hatta tuvalet ihtiyaçlarımız bile günün aynı saatlerinde olurdu. Bu mucizenin adını tam koyamamıştım henüz o sıralar. Bugün anladım. Mert'in bedeni dünyada çok yeni, benimki ise haliyle daha eski. Bir ebeveyn olarak bir misyonum da bebeğin bedeninin dünyaya uyumlanmasında ona yardımcı olmak, yol göstermek. Ve işte bu misyonu yerine getirmek üzere, doğuştan ve doğal olarak bir senkronizasyon vardı en baştan beri. Emme-emzirme güdüleriyle hormonların aktive ettiği bir uyumlanma. Biraz kimyasal, biraz fiziksel, biraz telepatik, biraz ruhsal. Bir yerde okumadım ben bu bilgileri, genlerimden öğrendim sadece. Varsa bir kaynak bununla ilgili, okumak isterim.

Neyse uzatmayım. Belki de emme-emzirme artık hayatımızdan tamamen çıkmak üzereyken veya dünyevi konulara haddinden fazla kaptırmışken kendimi, Mert de diş sızılarından muzdaripken; galiba uyumlanmamız da haliyle koptu, yani birbirimizden koptuk, her anımız birlikte geçmesine rağmen. İşte Mert kucağımda uyumaktayken bunları fark ettim ve fark edince de çözümü aniden geldi.

Başımı arkamdaki yastığa dayadım, bir  yandan Mert'in nefesi ile benimki birbiriyle uyumlu dans etmeye başlamışken, bir yandan da ben imgelemeye başladım. Sol yanıma doğru yatırdığım için kalplerimiz de üstüste duruyordu. Ve şöyle benzeri düşünceler, imgeleriyle beraber geçti zihnimden:

Kurmalı bir saatin ayarlanması gibi bir uyumlanma hayal ediyorum. Bedenim, bebeğimin bedenini dünyaya adapte etmek için görevli ve bunu ona hatırlatıyorum. Mert'in bedenine de hatırlatıyorum:

"Sakinlikle beni dinle oğlumun bedeni. Ben sana güvenle uyuyabileceğin zamanları gösteriyorum, acıktığında yemek veriyorum, bakımını sevgiyle yapıyorum, keyifli saatlerde seni okşuyor ve seninle oynuyorum, komiklikler yaparak seni güldürüyorum, sana doğru zamanda ihtiyaç duyduğun bilgileri öğretiyorum, bu öğrendiklerinle artık dünyayla daha güzel iletişim kurabiliyorsun ve duygularını ifade edebiliyorsun. Sana bedenini kullanmayı öğretiyorum, bazen bu sadece kendi bedenimi farkında olmadan kullanarak oluyor. Çünkü sen öğrenmeye hazır bekliyorsun ve ben en keyifli ve öğrenmeye hazır anlarında tam karşındayım. Yeri geldiğinde seni koruyorum, yeri geldiğindeyse senin öğrenmek ve dünyayla uyumlanmak üzere yaptıklarını sadece uzaktan izleyerek izin veriyorum. Başka insanlarla iletişim kurman, bağ kurman beni mutlu ediyor. Biliyorsun ki ben hep orada bir yerde hazır beklliyorum, bu sana güven veriyor ve sen dünyayı daha derin keşfetmeye çıkıyorsun. Harika! Bu rolü ben tercih ettim, bu tercihimden ötürü mutlu ve gururluyum.  Zaman zaman odağımı kaybetsem ve bağlarımız zayıflasa da biliyorum ki kaldığımız yerden devam etmek her zaman mümkün. Bunun için önce kendimi affediyorum ve kabul ediyorum, gerisi kolayca oluyor, yeniden uyumlanıyor ve dengeleniyoruz. Şimdi bu meditasyonda, sadece izin veriyorum, kendimi bırakıyorum, teslim oluyorum, saatlerimiz senkronize oluyor. Artık beraber uyuyup beraber uyanabiliriz, izin veriyorum. Ben uyurken derin derin, biliyorum ki sen de güvenle uykunda uyuyorsun, aynı odada olmasak da bu güveni hissediyorsun."

Ben bu düşüncelerle ve bu düşüncelerin görsel imgeleriyle dalmışken biraz da kendimden geçmişim. Sanırım yarım saat kadar böyle oturmuşuz, biraz da kestirmişiz işte.. Hafifçe öperek ve mırıldanarak Mert'i uyandırdıktan sonra her zamanki uyku saati gelene kadar onu besledim, bakımını yapıp onunla bol bol oynadım, öpüp kokladım. Beraber eğlendik ve  sonra sakince uykuya hazırlama dokunuşları ve şarkıları.. Derken, sakince ve kolaylıkla uykusuna daldı. Ben de bu çalışmayı kayda dökmeliyim diyerek yazmaya başladım, biter bitmez ben de uyuyacağım. Günlerin yorgunluğunu, cumartesiyi pazara bağlayan gece uzun uzun uyuyarak çıkarmalı insan, en doğru zaman bu zaman, diyerek yatağa kıvrılmak üzereyim.

İyi geceler, uzun uykular diliyorum, bana ve bebekli tüm annelere!
Düzeltiyorum, sadece annelere değil, buna ihtiyacı olan herkese gelsin bu dilek, dilemesi de denemesi gibi bedava!

Sevgiler

1 Şubat 2013 Cuma

Kültür ayakta değil, kitaptadır (mı acaba ?!)

İstanbul'dan Adana'ya taşınmadan önce bir fırsat yakalayıp bebeği evde bırakarak Beyoğlu'na gittim. Evet vardı birkaç planım, yapmak istediğim şey. Ama herşeyden önemlisi sadece Beyoğlu'nda olmak ve oranın havasını solumak için gitmiştim. Ve tabii ki Pera Müzesi'nde arkadaşım Edine'yle birkaç çay içip muhabbet etmek, İstiklal'de devamlı akan insan kalabalığına karışmak, kitapçılarda çeşit çeşit kitabı incelemek. . . Tüm bu "Benim Beyoğlu klasiklerimi" yaşamak ve belki de birkaç sürpriz için gitmiştim işte..

İlk olarak Edine'nin yanına, Pera Müzesi'ne gittim. Koskocaman bir çam ağacı süslemişlerdi. Hemen yılbaşı arifesindeydik, ama ben taşınma yoğunluğundan dolayı farkında değildim takvimin! Ağacı öyle güzel bir yere, bir aynanın önüne yerleştirmişlerdi ki sanki arkasında aynısından bir ağaç daha varmış gibi görünüyordu. Çoğunluğu kırmızı renkli çeşit çeşit süs vardı ağacın üzerinde, ve tabii ki tepesinde de bir yıldız. Birkaç fotoğraf çektik, ağaçla beraber. Ama hem o tepesideki yıldızı, hem de bizi ayaklarımıza kadar aynı kareye sığdırmak galiba imkansızdı, epey uğraştık, olmadı. Keyifli sıcacık bir kafe var Pera Müzesi'nde, bayılıyorum oraya. Zaten müze de favorilerimden, ama kafe bir başka özel benim için. Neden mi ? Tek bir nedeni olmak zorunda mı ki ? Hemen girişteki Piyano mesela. O, başlı başına orayı özel kılan bir obje. Her gittiğimde hayranlıkla ona bakakalırım, nedense gözlerimi alamam ondan. Eski piyanoları zaten hep çok sevmişimdir. Halbuki, genelde akordları bozuk, tuşları sararmıştır ya, olsun fark etmez. Onlar çalınmış olduklarından benim için kat be kat değerlidir. Belki bir gün böylesi eski ve çok çok çalınmış, unutulmaz piyanistlerin parmaklarının üzerinde gezindiği özel bir piyanoyu benim de çalma fırsatım olur, biraz tıngırdatırım. Eminim dillendikçe anlatacak çok şeyi olur, notalardan başka...Pera Müzesi'nde artık pek de kullanılmayan, sadece aşağıdaki kafede kısa hikayesinin yazılı olduğu panoyla beraber teşhir edilen bu piyano ile ilgili belki günün birinde özel bir yazı yazarım. Gerçekten etkileyici bir hikayesi var. Müzenin kafesini sevmemin bir başka nedeni de o sımsıcak ortamında bazen kendi kendimle, çoğunlukla da Edine'yle yaptığımız o içten ve hiç bitmesini istemediğim uzun sohbetler.. Unutulmaz anılar bunlar, ve devamı geleceğinden emin olduğum o güzel paylaşımlar.

Evet, buraya kadar anladınız, ben kültür/sanat sever bir insanım, kendimce ufak sanat icraları da yaparım. Yazıyı da sayarsak sanatçı bile sayılabilirim :) Çok sık takip etmesem de sergiler, konserler ve tiyatrolar bende çok derin duygusal etkiler bırakır, bazıları beni götürüüüüür uzaklara.. Hassasım bu konularda yani :) Beyoğlu'nu da özellikle bu yönüyle severim, birçok tiyatro, sanat galerisi, müze var. Üstelik hemen hepsine yürüyerek, hatta gezerek gidebiliyorum. Gezerken de belki bir bonus olarak, insan çeşnisi sergisi her an her yerde izlenmeyi bekler.

İşte böyle düşüncelerle Beyoğlu'nu hissederek İstiklal'de gezdiğim o gün, kitapçılarda epey bir dolaştım. Robinson Crusoe ve Denizler Kitabevi'ndeki ilginç kitaplara baktım durdum. Ve hatta kayınbabam için bir tane kitabı beğenip aldım. Seçmek belki bir saatimi aldı. Kendimi unuttuğum bir saatimi...

Sonra, yürümeye devam ederken mağazaların da vitrinlerine bakıyordum ki birdenbire kendimi Nine West mağazasının içinde ayakkabılara bakarken buluverdim. Her kadının her zaman en az bir çift ayakkabıya ihtiyacı vardır derler ya, kesinlikle doğru!!! Ayaklarım beni mağazanın derinliklerine doğru sürüklerken, bir yandan da kendi kendime söyleniyor, "yahu bu mağaza her yerde var, Beyoğlu'na gelmişken, üstelik bebeği evde kısa bir süreliğine bırakmışken zamanımı bu alelade ayakkabı mağazasında niye harcıyorum, aşkolsun bana" diye dırdır ediyordum. Ayakkabılardan birkaçını gözüme kestirip denesem mi denemesem mi diye mağazanın içlerine doğru yürümeye devam ettim. Mağazanın en sonunda bir de ne göreyim, kocaman kuyruklu bir piyano öylesine duruyor, etrafına da birkaç kanepe koltuk falan koymuşlar, biraz da dekor yapmışlar. Hoş da olmuş.. Hemen sordum çalışanlara, cumartesileri iki saatlik dinletiler oluyormuş. Tam bu sırada Edine aradı, işten çıkmış metroya doğru yürüyormuş, sen nerelerdesin diye soruyor. Ona önce başka bir mağazanın vitrininde gördüğüm uyuyan kediyi görmesi için orayı tarif ettim, sonra da bu mağazada bir piyano olmasına ne kadar şaşırdığımı paylaştım. O da merak etmiş ki bir baktım az sonra yanımda. Ben ayakkabıları denerken o da bir göz attı etrafa, yalnız benden farklı birşey keşfetti bu kez. Piyanonun yanına dekor olsun diye koydukları rafta ayakkabılarla beraber dekoratif olarak yerleştirilmiş kitaplardan özellikle bir tanesine bakmamı söyleyerek yanımdan ayrıldı. Ayakkabılarla işim bittiğinde soluğu o rafta aldım. Kitaplardan bir tanesi Segur'un "İyi Yürekli Kız" isimli çocuk kitabıydı. Hemen gülümsedim. Dükkandan çıkıp metroya kadar yürürken ve hatta eve ulaşana kadar da gülümsemeye devam ettim.

Bir ayakkabı dükkanında bir kuyruklu piyanoyla karşılaştığım için gülümsedim... Yüksek topuklu pullu bir  ayakkabıyla "İyi Yürekli Kız" adlı çocuk kitabının aynı rafta sergilediğini gördüğüm için gülümsedim... Ben o binlerce özel kitap dolu kitapçılarda ne aradığını bilmez bir şekilde saatler geçirirken meğer aradığım kitap bir ayakkabı mağazasında beni bekliyormuş, adı da İyi Yürekli Kız'mış, bunu fark edince daha bir gülümsedim. Beyoğlu'na "kültürlü" imajıma uygun olarak kitaplara bakmaya gelip, bir ayakkabıcıya girdiğim için kendi kendimle didişme halindeyken karşıma çıkan piyano beni sakinleştirdiği için gülümsedim... Bir elimde Robinson Crusoe'dan sevgili kayınbabam için aldığım kitap, ayağımda yeni aldığım yüksek topuklu botlarım ile eve dönerken geçirdiğim bu sürprizli günü düşünerek gülümsemeye devam ettim.

İşte Beyoğlu böylesi bir yer, şaşırtır, keyif verir, biraz alışveriş yaptırır, mutlu eder, biraz yorar, sarıp sarmalar, sokaklarında yürürken de dükkanlarında bakınırken de insanı asıl kendi içine doğru adımlamaya davet eder. Tekrar görüşünceye dek, hep böyle kal Beyoğlu... Seni şimdiden özledim...

30 Ocak 2013 Çarşamba

Bebekle Öğrendiklerim 5 - Muhteşem Varlık

Bebeğim, benim minik oğlum, büyüyor, öğreniyor, gelişiyor..
Bu sabah erken saatlerde, ev sessiz sakin ve Mert enerji doluyken onu etrafı yastıklarla sarılı halde yere oturttum, önüne sevdiği bir oyuncağı verdim. Ben de karşısındaki koltuğa oturup onu izlemeye başladım. Oyuncağı ilk önce ağzına götürüp sonra iki eliyle evire çevire inceleyişi, sonra tekrar ağzına götürüşü, yüzünde beliren muhtelif ifadeler.. Belki biraz "yok, bunun tadını beğenmedim" ya da "hımm, bu renkli şey ne kadar yumuşak görünüyor, oysa ki çok sertmiş" türünden tepkiler.

Bu halleri komik olduğu kadar çok da anlamlıydı. Bir çeşit gurur hissi uyandı önce içimde. Aferin benim oğluma, ellerini ne güzel kullanıyor, parmaklarıyla oyuncağı istediği yöne çevirebiliyor, hatta bazen bilinçli olarak oyuncağın düğmesine basıp müzik çaldırabiliyor. Daha dün gibi hatırlıyorum, sadece birkaç ay önce oyuncakları karşısında tutup ellerini uzatsın diye beklediğimi, ama uzun bakışlar dışında fiziksel hiç bir tepki almadığımı. Kısa zamanda ne güzel öğrendi bu hareketleri, aferin ona, diyorum, içimden yükselen bir gururla ve dimdik duruyor bedenim bu duyguyla. Ne de olsa o benim oğlum, herşeyi ona ben ve babası öğretiyoruz, yani o zaman mantık işlemine göre onun yaptığı herşey bizim eserimiz, elde ettiği her başarı aynı zamanda bizim de başarımız, hatta aslında özünde bizim başarımız.

"Yok öyle yağma," diyor sonra içimdeki başka bir dürtü.

Mert'i izledikçe aslında insan denen o muhteşem varlığın; etrafındaki dünyayı, tüm nesneleri ve maneviyatııyla nasıl da hızlı kavradığını, sonra o dünyaya nasıl da hızlı adapte olduğunu, kendini nasıl da güzel oyalamayı bildiğini ve nasıl da güzel ifade ettiğini görüyorum. Ona böylece hayran oluyorum. Evet, tabiki her çocuk kendine has öğrenme ve uygulama sürecini yaşıyor. Mutlaka bu süreçlerde ailelerin de payı var, ama öyle başarılarına ortak olacak kadar da değil yani.

Yaradılıştan gelen o müthiş içgüdüler, genlerine kodlanan o bilgilerle onlar dünyaya adım attıkları andan itibaren kah gözleriyle bakarak, kah burunlarıyla koklayarak, kah elleriyle / ayaklarıyla dokunarak ve başlarda özellikle ağızlarıyla yoklarayak öğreniyorlar. Sonra iki ve üç boyutlu nesneleri ayırt ediyorlar. Resimleri önce avuçlamaya çalışıyor, sonra olmadığını anlıyor mesela. Kendilerine özgü yöntemleriyle harika bir doğal öğrenme sürecinden geçiyorlar ve sonra da bu bilgileri anında kullanıyorlar, bizi de şaşırtarak. Gariban aileler de bütün bu "numaraları" kendilerine pay biçerek gururla etraflarına gösteriyorlar. Hatta bizim de yaptığımız gibi, videoya kaydedip herkesle paylaşıyorlar. Bu da insani ve hoş bir tepki, çok doğal. Ve bence aileler bunları paylaşmalılar, aile olmanın bir şekli de bu. Başarıyı, mutluluğu, gelişmeyi paylaşmak harika bir şey.

Benim naçizane vurgum ise; bebekleri izlerken onların kendi özlerinde ne kadar da muhteşem varlıklar olduklarını zaman zaman hatırlayıp onlara saygı duymanın önemi. Tabiki bizim parçamızı taşıyan, bizim birer uzantımız olan insan varlıkları olduklarını hatırladığımızda kendimize de yine pay biçmiş oluruz... :)

15 Ocak 2013 Salı

Bebekle Öğrendiklerim 4 - Dönemsellik İlkesi

Bebekli hayatın başından, ve hatta öncesinden beri kafamı kurcalayan bir konu vardı. Sanırım bebek sahibi olan herkesin de benzer soruları vardır, kiminin durumunda ise bu sorular endişe kıvamına uzanır. “Bebeğim acaba buna alışır mı?” sorusu, ya da “bu bebek hep böyle zaten” kanısı. Bebeğim artık altıncı ayını bitirdiğinde ben çok farklı bir noktadan bakıyorum. Evet tabii ki daha önümüzde uzun bir yol var ve bu yolun her durağında yeni deneyimlerle bambaşka bilgiler edineceğim, ama bugüne kadarki tespitlerimi de paylaşmak ve kendime not olarak saklamak çok güzel.

Ben, bebeğin / çocuğun her döneminin kendi içinde değerlendirilmesi ve o dönemin kendine has ihtiyaçları, iletişim şekilleri, dürtüleri olduğunun anne-babalar tarafından kabul edilmesinin iyi olacağına inanıyorum. Tabii ki bebekler de bir insan yavrusu olarak bazı şeylere alışabiliyorlar, ve hatta bunlar bazı olumlu alışkanlıklar da olabiliyor. İlla ki, alıştı mı "aman, sallamaya alıştı” veya “galiba bizimki kucakçı oldu artık, ne yapalım" tarzında negatif yakıştırmalar ilk başta aklımıza gelse de aslında "hava karardı mı uykusu geliyor", "ağzımı açınca gülüyor" gibi durumların da güzel alışkanlıklar olduğu da akıldan çıkarılmamalı bence. Bebeği bir şekilde takdir etmek önemli yani, ve hatta dolaylı olarak kendimizi.

Ben şimdilerde Mert'in, her yeni bitirdiği ay ve bazen ise daha kısa dönemlerde, yeni şeyler denediğine, bazı alışkanlıkları bıraktığına ve yenileri edindiğine tanıklık ediyorum. Bir aralar, sırt üstü uyurdu ve başını hep sağ tarafa çevirirdi. Doktorun "kafası yamuk olacak" uyarısıyla beraber başını sola çevirmeye başladım. "Eyvah," dedim, "Hem de oğlan çocuğu, saçları kısa olacak, kafası düzgün olmalı". Sonra yeni bir dönemde bu kez sola çevirmeye başladı hep. Sonraları yana dönüp uyumaya başladı, artık sırt üstü hiç uyuyamıyor, gözlerini kapatıp tam uykuya dalacakken bir son dokunuşla yana çeviriyordum ve "tık" uyuyuveriyordu. Genellikle de sağa. Sonra bir gün sağa çeviriyorum, çeviriyorum, uyumuyor söylenip duruyordu. İçgüdüsel bir dürtüyle bu kez sola çevirdim, hemencecik uyudu. Sonraları hep sola yan yatıp uyur oldu. Yan yattığı dönemlerde insanlar, “ay yazık kolu altta uyuşacak”, “ay ya döner de rahat nefes alamazsa” gibi endişe dolu uyarılar aldığımda henüz dönemsellik ilkesini idrak edememiş olduğumdan bebeğe yeni uyuma şekilleri öğretmekle uğraştım. Halbuki aslında bu konuda tek karar mercii bebeğin ta kendisi, ben kim oluyorum :) Bugünlerde ise bebeğim, tamamen kendi tercihi olarak yüzükoyun uyumaya başladı, bu pozisyonda rahatlık yakaladı mı daha uzun saatler güzel güzel uyuyabiliyor. Eee armut dibine düşer derler ya, aynen ben de babası da öyle uyumayı severiz doğrusu. Mert'in uyurken tercih ettiği pozisyon doğduğundan beri sık sık değişti, başlarda bebek hep o şekilde uyuyacakmış gibi gelse de sonra öğrendim ki aslında fiziksel becerileri, hatta belki beslenmedeki değişiklikler yatma şeklini de değiştirmesini tetikliyor. En rahat pozisyonu da bebeğin kendisi seçiyor, güzel güzel uyuyor. Şimdilik tek değişmeyen şey ise üç aydır uyurken hep elinin ulaşabileceği bir mesafede tuttuğu uyku arkadaşı yumuşak ayıcık...

Bir de kucakçı oldu diye endişe eder ya insanlar, ben pek umursamadım aslında bunu. Hatta tam olarak anlamadım bile ne olduğunu. Sonuçta, emeklemeyen ve hatta kendisine oynaması için belirli bir alan verilmemiş, ufacık bir yere, büyük çoğunlukla da anakucağı denen son model ekipmana oturtulmuş bir bebeğin mutlu olmayıp kucak istemesi kadar doğal ne olabilir ki diye düşünürdüm. Özellikle de 3 ayını bitirip dünyayı daha bir keşfetme arzusu başladıktan emeklemeye kadarki  dönemde etrafı bundan iyi dolaşma yöntemi düşünemiyorum bile. Düşünsenize, Pera Müzesi'ne gitmiş, üstelik tam da kendine göre bir sergi "Altın Çocuklar" sergisi var, pusetin içinde tersten bakarak nasıl görecek etrafını, merak da ediyor çok, kucak istedi ve sergiyi kucağımızda dolaştı, bir yandan da kendini oyalayaraktan. Bazıları bana "bu oğlan da kucakçı olmuş, annesi" dediklerinde, işte bu sebepten bir çeşit gurur hissi bile uyanıyor içimde. "Evet benim oğlum dünyayı dikey olarak izleyip daha hızlı keşfetmek için, eğlenmek için, insanlarla fiziksel temas kurmak için, bazen oyalanıp sakinleşmek için ve daha bilmediğim birçok başka şey için harika bir yöntem buldu" diye geçiriyorum içimden, hatta bazen güzellikle ifade bile ediyorum bu hissimi. Çünkü ben biliyorum ki bu da dönemsel bir dürtü. O, bedenini tam da istediği gibi kullanmaya başladığında, evin içinde kendi istediği gibi dolaştığında, bir yandan gezinip bir yandan ellerini kullanabildiğinde, desteksiz oturabildiğinde ne yapsın artık o sıkı sıkı tutan iki kocaman kolu? Özgürlüğünü ilan edip dolaşır durur artık o zaman geldiğinde. Ve ben de büyük bir keyifle onu izleyip yeni yazacağım konuyu düşünürüm.

Son olarak kısaca bir de emzirme/emme olayımızı buna paralel olarak değerlendirmek istiyorum. Bebek ilk dört buçuk ay güzel güzel emiyordu, ben de keyifle emziriyordum. Sona doğru azalan bir keyifle demek daha dürüstçe olur. İlk muayenede Mert’in doktoru, “bebek böyle emmeye, süt de böyle gelmeye başladı mı düşünmeyin, hep böyle devam eder” demişti, şimdiki aklımla olaya bakınca olumlu da olsa bu da yine bir şartlanma… Sonraları, her ne sebeptense artık, bebekte emme isteği azalmaya başladı. Bir yandan da doymadığı için biberonla mama içmeye başlamıştı. “Biberona alıştı, artık memeyi emmez” dediler bu kez de. Evet tabii ki, aç olduğunda emdikçe istikrarlı olarak gelen bir süt var biberonda. Memede ise biraz daha emek ve sabır gerek. Ama biberonun da veremediği şey, bir sıcaklık ve güven hissi ile beraber farklı bir haz olmalı. Son bir buçuk aylık dönemde, oğlum anne sütünü alabildiği kadar alsın diye kelimenin tam anlamıyla çırpındım durdum. Pompa yaptım, biberonla verdim; uykudan tam yeni uyandığı mayışık anlarını yakalayıp gözlerini memede açsın, ne olduğunu anlayamadan biraz emsin diye adeta pusuda bekledim. Bir yandan da sistematik olarak "süt yapıcı" besinlerden bolca yedim içtim. Doğrudan emzirdiğim döneme göre çok daha fazla yoruldum ve bebeği ev gezmesi dışında pek bir yere de götüremedim. Derken altıncı ayımız doldu ve girdik yepyeni bir döneme..  Çorba, yoğurt, meyve… Ek besinler, yeni lezzetler ve tabii ki bir de kaşık! Anında Mert’te büyük değişiklik: artık memeden emmek istiyor, bazen süt olmasa bile emiyor, emiyor. Annemin teorisiyse son derece ilginç. Şimdi artık farklı lezzetlere ve kaşığa başladı ya, tanıdık ve güvenli bir ortam arıyor, memeye yöneliyor diyor annem. Neden olmasın, zaten bebeğin de öyle bir hali var doğrusu, tam da bıraktığı yerde buluyor, hep aynı sıcaklıkta. Ben bunun biraz da gündüzleri ufak ufak işe gitme denemeleri yapmamla ilgisi olabileceğini de düşünüyorum. Onca zaman yapışık ikizler gibi devamlı beraber olduktan sonra kısa süreli de olsa ayrı kalmak farklı bir şey olsa gerek. Beni özlüyor minik ya, ben de onu ! İşte bu bile dönemsellik ilkesiyle uyum içinde bir deneyim örneği.

Bebek büyüyüp geliştikçe başta ihtiyaçlarına bağlı olmak üzere, tavırları ve alışkanlıkları değişiyor. Bunu fark ettikten sonra ben de bıraktım, izin veriyorum her şeyi denemesine ve kimisine alışkanlık gibi görünen şeyleri yapmasına.

Benim için anne olmanın en eğlenceli yanı bu. Devamlı değişen, gelişen bir varlığa tanıklık etmek, hep sürprizlerle dolu tatlı bir hayat, hep öğretmek/öğrenmek üzerine derin bir deneyim. Tadını çıkarıyorum..

Bu arada, “Dönemsellik İlkesi” kavramını muhasebe terimlerinden duymuşsunuzdur belki. Gün gelip de bu terimi muhasebe kitaplarından araklayıp böyle içerikli bir yazıda kullanacağımı nereden bilebilirdim? Geçmişte sıkıcı gibi görünen o dersler ve stajlar, sonrasında da muhasebecilerle toplantılar… bana neler katmışlar meğer…

10 Ocak 2013 Perşembe

Annem 60 Yaşından Sonra İşkadını Oldu!

Annem, İstanbullu zarif bir anne ile Adanalı çalışkan bir mimar babanın ilk çocuğu olarak İstanbul'da dünyaya gelmişti. Her fırsatta İstanbul'da doğduğu ve çocukluğunda sık sık ziyarete gittiği Ayaspaşa'daki anneannesinin evini anlatmaya bayılırdı. Ben çocukken bana anlattığı Ayaspaşa, Cihangir ve Fındıklı hikayeleri oralar hakkında çok farklı bir görüntü oluşturmuştu zihnimde. Yıllar sonra, ben herhalde ortaokuldayken annemin bir akrabasını Ayaspaşa'daki evinde ziyarete gitmiştik. Annemin anneannesinin bahsi geçen evinin tam karşısındaydı bu akraba. Belediyenin geçirdiği yolun istimlakından nasibini alıp bir de bakımsızlıktan kısmen yıkılmış bu büyük ninemin evini gördüğümde aslında içten içe bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Yanımdaki annem ise çok üzülmüştü bu harabeyi gördüğünde, çaresiz hissetmişti kendini. Anneannem artık hayatta olmadığı için ninemin evini sahiplenmek doğrudan bize düşmezdi sonuçta.

Annem, oldu bitti anlatmayı çok sever çocukluğunu, İstanbul'u ve eskiden yaşamış aile büyüklerini. Mesela dedesinden çok bahseder hep. Gerçek ismi hala muamma olan büyük dedem Yugoslavya'dan gelmiş, büyük ninemi çok beğenmiş, onunla evlenebilmek için Müslüman olmuş. Bu masalsı anılar annemi çok derinden mi etkilemiş, yoksa annem mi bu olayları bu kadar masalsı yorumlamış, tam emin değiilim. Tek emin olduğum şey, annemin geçmişinin duygusal tonlarıyla son derece barışık ve onlara sıkı sıkıya bağlı bir insan oluşu. Bu gerçek masallar ya da masalsı gerçekler ile büyüyen ben de tabii ki annem gibi aile tarihimizle ilgilenen bir çocuk olagelmiştim. Şimdilerde farklı bir olgunluk ve bilinçle yaklaşıyor olsam da aile geçmişimizden gelen duygusal ve yeteneksel bir birikimim olduğundan da hiç kuşkum yok.

Annem, Yugoslav dedesini bana anlatırken bir de onun çok dil bildiğini ve sonunda İstanbul'daki Japon sefaretinde bir iş bulduğunu anlatmıştı. Orada bir ahçı mı yoksa davetlerden sorumlu bir idari görevli mi olduğu tam bilinmemekle beraber, işin ucu eninde sonunda yiyeceklere uzanıyordu. Zaten büyük dedemin eşi olan ninem de zamanında büyük dayımın boğazdan çıkardığı midyeleri tek tek açar doldurur tekrar bağlar pişirir ve leziz midye dolmalar yapmaz mıydı... İşte böyle bir nine ile dedenin torunu olan annemin ailesinde neredeyse herkesin yiyecek, içecek ve özellikle de muhteşem davetler verip misafirleri ağız tadıyla ağırlamakla yakın ilgisi ve merakı vardı. Sonraları eve gelen bazı misafirler ya da arkadaşlar annemin koskocaman davet sofralarını ve hepimizi burnumuzun ucuna kadar besleyip doyurma hevesini görünce kimisi hayran kalır, çoğunluk ise biraz ısrarlardan muzdarip olarak içten içe şikayet ederdi. Ama kimse bugüne kadar annemin bu merakını ve birikimini düşünmemişti, belki kendi bile fark etmemiş; bir aşevi hızıyla pişirip, dağıtıp, yedirip, beslemekle geçirmişti, ömrünün 60 yaşına kadar olan dönemini.

2012 ile beraber ailemizde taşlar önce hafif hafif, sonra da daha güçlü bir şekilde yerinden oynadığında ve yeniden yerleşmeye başladığında hepimiz birden kendimizi çok yeni bir girişimin ortasında bulduk. Ben de aslında eşimle verdiğimiz ortak karar sonucu Adana'ya gelmiştim ama ailemin bu girişiminde önemli bir rol oynamayı sadece bir sorumluluk değil, aynı zamanda da bir misyon gibi hissediyordum. Ailemizden gelen, hatta baba tarafım da dahil olmak üzere, tüm geçmişimizden gelen yemek pişirip paylaşma arzusunun daha da geniş kitlelere ulaşması misyonu. Bu misyonun da ardında gerçek ne amaç varsa, artık orası bende saklı kalsın...

Annem, üniversiteli bir evhanımı ve tam-zamanlı bir anne olarak ömrünün kırk yılını geçirmişti. Evet, her zaman sosyal olarak çok aktifti. Ama inceleyecek olursak, okulların koruma derneklerinde çalışırken de Adana Şlem Briç Kulübü başkanlığını yaparken de insanlara mutfağının o leziz tatlarını hep sunmuştu, sanki o görevleri de yine pişirip beslemek için almıştı, bilinçli olmayarak.

Şimdilerde ise, annem 60 yaşından sonra artık gerçek bir işkadını. Bu kez, farklı olarak; hem emeklerinin, hem damak tadının, hem becerisinin, hem bilgi ve birikimlerinin, hem de biraz kimya mühendisi olmasının verdiği karışım/uyum öngörüsünün karşılığını almak üzere; mutfağa girip yemek pişiriyor. O çok mutlu, yorgun ve belki hiç alışkın olmadığı tatlı bir stres yaşıyor ama o çok mutlu. Yemeklerini yiyenler de mutlu. Ve bu yeni girişimden bir şekilde etkilenen herkes de çok mutlu. Bu dalga, etki alanını genişletip daha çok insana ulaştıkça neler olacak bilmiyorum.. Topyekün bir değişim hayal edebiliyorum. Bana düşen ise annemin bu yemeklerini ve ikram gücünü paylaşabilmesi için ortam hazırlamak. Ben de bunu seve seve yapmaya niyet ettim bile. Artık ne diyebilirim ki başka? Afiyet olsun, yemeklerinizin tadını çıkarın!



8 Ocak 2013 Salı

Anne Olunca "Ben" Ne Oldum?

Annelik kavramını bir senedir sorguluyorum. Bir sene önce artık hamileliğimin ilk üç ayını tamamlar tamamlamaz, önce içimin derinliklerinden annelik hisleri dış yüzeye doğru çıkmaya başladı ve bununla beraber etrafıma annelik sinyalleri vermeye başladım. Bütün bunlar doğal sürecinde ve ben dokunmadan, akışında gerçekleşti. Müdahale etmedim, tadını çıkardım. Arada bir, peki ya benim hayatım ne olacak diye sorarken kendimi yakaladım, o anlarda da akışa teslim oldum, yine tadını çıkardım, anı yaşadım. Hep çalışmayan anne olacak olmanın verdiği rahatlık vardı içimde, belki de bunu seçerek biraz da kaçmıştım kendimden. "Anne olmak" kavramının arkasına saklanıyordum ve kendim beni orada bulamıyordu. Hamile olduğum sıralar bil fiil aktif olarak çalıştığım kendi işim, büyük girişimim, artık bensiz devam etmeliydi. Hamile olarak ya da bebekli bir kadın olarak sürdürülmesi imkansız olan bir işti. Onu bırakmak fiilen zor gibi görünse de aslında kafada çok kolaydı, ve öyle de oldu. Benim yaptığım aktif işleri yürütecek ve hatta ortaklarımla iletişim sorunlarını benden daha bile iyi çözümleyecek Fatma tam o anda geliverdi. Ben karar vermiştim ya tüm kapılar açılıyor, yollar aydınlanıyordu. Tüm hamilelik boyunca ve hatta bebeğin ilk üç aylık döneminde etrafıma gururla söylüyordum, ben bebeğime kendim bakacağım, evde duracağım. Bir keresinde Mert'in doktoru muayene ederken sordu: "Mert'in annesi çalışacak mı?" diye. Önce tuhaf bir şekile üstüme alınmadım nedense. "Ha ben mi? Yok ben çalışmıyorum, çalışmayacağım da." Kadın "aferin" dercesine bir baktı ve "evet" dedi, "bu bebek için çok önemli". İşte o dönemlerde saklandığım o kuytudan çıkıp tekrar tekrar sorgulamaya başladım, ne yapacağım diye. Bebeğe bakan benden başka kimse yoktu, ve olmasını da istemiyordum zaten. Kontrolcüyüm ya, en iyi ben bakarım kendi bebeğime. Bakıcı istemem, olacaksa ev işlerini yapan birisi olsun, ama bebek sadece benim kontrolümde olsun. Bilinçli ya da bilinçsiz bunu düşünüyordum, ki zaten kendimi bebek bakımı konusunda tüm yardımlara kapamıştım. Annemin süresi dolup döndüğünde hiç yardımcısız öylece kalakalışım da bundandı işte, benim kendimi yardımlara kapatmamdandı. Bunu, aradan taa beş ay geçtikten sonra bugün fark edebildim, eh şükür, bu da birşey !

Bebek dört aylıkken, ben hala ne  yapacağımı sorguluyordum ve o sıralar kendime peşinde koşacak yeni bir hayal bulmuştum. Mimarlık Tarihi yüksek lisans programlarını incelemeye başlamıştım. İş ciddiye binmiş, eski sanat ve mimarlık tarihi ders notlarımı çalışmaya başlamıştım. Kendime bu çevrede tanıdıklar bile edinme yolları bulmuştum. Ales'e girmek üzere kitap da almış ama henüz kitap kargodan bile gelmemişken ben yeniden vazgeçmiştim bu hayalden de... İşte ben bu yeni hayalle coştuğum dönemde kendimi yardıma bir nebze de olsa açmış olamlıyım ki Feride Hanım'la yollarımız kesişmişti. Ona bebeği tam bir güvenle teslim  edecek kadar kontrolü bırakmıştım, bir yandan ev işlerini de. Bu durum bana hoş bir sakinlik hissi vermişti. Tabii, sonrasında Adana'ya taşınma planları oldu ve Feride Hanım'la mecburen yollarımızı üzülerek ayırmak zorunda kaldık. Ama benim anlatmak istediğim, ben hayal kurup da kendimi yardıma açtığım zaman, hem eski işimi bırakırken Fatma'yla tanıştığımda olduğu gibi hem de Feride hanım durumunda yardımlar bana akıyor, karşıma çıkıyordu. R.Şanal'ın Kuantum Olumlama'larında geçtiği gibi tüm ihtiyaç duyduklarım en doğru zamanda karşıma çıkıyor, ben de onları sevgiyle kabul ediyorum. Derken bugüne geldik ve ben sorgulamamda farklı ve yeni bir boyuta ulaştım. Belki biraz da genel tespitlere vardım.

Bence insan anne olunca "anne olmadan önceki" hayatı bir süre sekteye uğruyor, adeta donuyor. Kadın, kendi rızasıyla donduruyor bu hayatını. Bir aboneliği dondurursunuz ya hani, sonra da yeniden başlattığınızda, kaldığınız yerden devam edersiniz. Onun gibi işte. Bu dondurma süresi kişinin kendi tercihi. Her ne kadar şartlar böyle gerektirdi dese bile ben bunun tamamen kendi tercihi olduğuna inanıyorum. Burası tartışmaya açık. Kimseyi yargılamıyorum, sadece örnekler vermek ve yeniden kendi durumumu analiz etmek için yazıyorum. Bazı kadınlar, önceki hayatlarını ve kişisel hayallerini süresiz olarak dondururlar, tüm hayatlarını çocuklarına adarlar. Bazı kadınlar ise doğum izninin bitmesini bile zor beklerler, kendilerini dışarı atarlar ilk fırsatta. İşte ben bunlar arasında gidip geliyorum bu sıralar. Hayatımdan birkaç seneyi çocuğuma adamayı düşünürken şimdi sadece altı ay sonra bambaşka bir noktadayım. Şefkatli ve sevgi dolu bir anneyim, burası kesin. Ama bir yandan da kendime duyduğum sevgi ve şefkat var işin diğer ucunda. Çünkü biliyorum ve hissediyorum ki kendimi sevgi ve ilgi ile beslediğimde ben aslında çocuğuma karşı da daha faydalı bir anne olacağım. Neticede ben kendim gibi olacağım o zaman. O da, radarlarıyla bunu hissedecek eminim. Üstelik, kendime duyduğum sevgi ve şefkatle bebeğime duyduğumki, ve hatta eşime duyduğumki arasında bir tercih yapmam gerekmiyor ki!! Aslolan amaç basitçe şöyle: önceliği kendime verip bu sevgiyi kocamanlaştırıp onlara da akıtmak..

Okumak istediğim çok şey, yazmak istediğim belki daha da çok şey var. Her fırsatta yapıyorum bunları. Böylece, ben daha bir ben oluyorum, başta bebeğim olmak üzere tüm sevdiklerim de bunu hissediyor.

Sonra... Tanışıp etkileşime gireceğim o kadar çok yeni insan, değiştirip dönüştüreceğim o kadar çok yeni durum var ki.. Ve sonra gitmeyi sürdüreceğim o kadar çok keşfedilmemiş yol, bana yakıt olacak o kadar çok yeni deneyim var ki daha. Ben iç yolculuğuma çıkmaya niyet etmişim bir kere, nasıl olur da dondururum hayatımı artık, bu durumu fark ettikten sonra.

Evet, artık yeni kararım budur. Kendimi yeni yardımların bolluğuna açmayı seçiyorum, sevgiyle kabul ediyorum bana uzanan yardım dokunuşlarını. Ve böylece kendi tercihlerimle ilerlemeye devam ediyorum. Ne iş yaptığım ve zamanımı nasıl geçirdiğim önemli değil, önemli olan benim kişisel amacımla uyum içinde ve tatmin dolu olması. Biliyorum ki Sevgili Oğlum altı aylık Mertciğim de annesinin bu ilerleyişinden en büyük faydayı alacak. İçim rahat, onu da kendi hayat deneyimine bırakıyorum, sevgiyle...

6 Ocak 2013 Pazar

"Eski" Evlerimize Veda...

Yazmayalı uzun bir ara oldu, farkındayım. Her gün yazmayı en az bir kez aklımdan geçirsem de olmadı işte bugüne kadar. Yoksa yazılacak bir çok konu, yeni fikir ve anlatacak olay oldu bu zaman aralığında. Evet yorgundum hep, ama gerçek sebep bu değil. Asıl konu kendimi odaklayamamamdı. Kafamda onca şey varken, bir de üstüne bebek tatlı tatlı beni çağırırken nasıl olur da bilgisayarın karşısında oturabilirdim. Neyse bugün ne olduysa oldu, Adana'ya geldiğimizin tam bir haftası dolduğunda, ben açtım bilgisayarı başladım klavyede gezinmeye..

"Eski" Evlerimize Veda...

"Eski evimiz" olarak tabir edeceğimiz evlere bir yenisi daha eklendi ve biz İstanbul Levent Mimoza apartmanındaki evimize tam 28 Aralık 2012'de veda ettik. İki gün süren bir ev boşaltma maratonumuz oldu. Neden mi maraton diyorum? Çünkü taşımacılar gerçekten bir madalya alacaklarmış gibi hızlı ve mükemmelce çalıştılar, tam bir ekip ruhu ile, bazen kızarak ama genelde de zevkle işlerini bitirdiler. Daha önceki taşınma deneyimimizden sonra bu kez herkes mutlu olsun diye taşımacıları daha bir motive etmeye karar verdim. İlk gün onlara Feride Hanım'la beraber güzel bir tavuklu patates yemeği verdik. Ekmeklerini bandırarak son damlasına kadar yediklerine göre sanırım beğendiler. Yemekten sonra da irmik helvası yaptık, çayla beraber yediler. Bence onu da çok beğendiler. Zaten beğenmemelerine ihtimal dahi vermiyordum. Feride Hanım'a annemin helva pişirişini anlattıktan sonra o da sevgisini ekleyip harika bir tatlı ortaya çıkardı, içine de Adana'dan gelmiş kısmetlisini bekleyen cevizlerden koydu. Karşı komşunun yardımcısı Asya'ya bile nasip oldu taşınma helvası. Karşı komşudan bahsetmişken, sağolsun Suzan hanım çok nazik bir hanım. Taşıma günlerinde ihtiyaç oldukça Mert için evlerini kullanabileceğimizi söylemişti. Şu sıralar Edirne'de tıp okuyan oğulları Mert'ten ötürü mü, yoksa sadece sevimli insanlar olduklarından mı bilmiyorum, bize ve Mertciğimize pek bir yakınlık gösteriyorlardı zaten. Biz de onlardan gelen bu yakınlıkla rahat hissederek sevgiyle kabul ettik bu güzel tekliflerini. Gerçekten de taşınma sırasında buna çok ihtiyaç oldu ve Mert de orada çok rahat etti. İlk gün fazla olmasa da ikinci gün iki saatten fazla uyudu orada. Hem çok yakınımda, hem de evdeki karmaşadan çok uzakta. Oysa ki sadece bir kapı arkasında...

Derken tüm evi boşalttılar, arkasından ev sahibimiz de geldi, ona evi ve anahtarları teslim ettik. Mükemmel zamanlama ile oradan ayrıldık. Feride Hanım'ı da evine bırakacağımız için bizimle geldi. Murat'la ben kendimizi kaptırmış sanki normal bir günmüş gibi apartman bahçesinden yürüyüp çıkarken Feride Hanım iyi ki yanımızdaymış. Aniden durdu ve "Hoşçakal Kiraz Ağacı" dedi. Aaa evet öylece birden kalakaldık, gidiyoruz ama bu kez bu eve tekrar dönmeyeceğiz. Farklı bir gidiş bu. Feride Hanım'ın sayesinde farkına vardık. O "an" sanki dakikalara, sonra da saatlere dönüştü birdenbire. Uzadı, ağırlaştırılmış film sahneleri gibi. "Gidiyoruz biz", dedim içimden binaya ve üzerinde hala "Kiralık" tabelası olan o "eski" evimize bakarak, "Hoşçakal". O anda bir gördük ki taşımacılar ön balkonun lambasını açık unutmuşlar. O sevgili eski evimiz, misyonunu tamamlamış olmanın verdiği gururla bize ışık göndererek uğurluyordu adeta. Ben de o anda ona sevgilerimi gönderdim ve onu yıkadım, arındırdım hayalimde. İşte böylece ayrıldık eski evimizden.

Yeni bir yolculuğa çıkıyorduk şimdi. Hem bildik bir yolculuk, hem de aslında bilinmezlerle dolu. Çünkü biz artık eski Pınar ve eski Murat değildik, üstelik bir de çoğalmış, Mert'le beraber üçlemiştik.

İstanbul'da iki gün daha kalıp Adana'ya geçmeyi planlamıştık. Tatlı bir göçebelik rahatlığı vardı bu süreçte. Biraz sorumsuzluk hissi, bir de an'ı yaşama hevesi. Çiler ve Engin bizi bu iki gün boyunca misafir ettiler. Mert özellikle sabahın erken saatlerinde onlarla çok eğlendi, zannediyorum onlar da Mert'le. Bir yandan ben de bu lüksün tadını çıkarıp günlerin yorgunluğunu attım. Orada kaldığımız süreçte aslında daha da ilginç olan şey Göktürk'te oluşumuzdu. Bazen ben kendimi pek kaptırıyorum gündelik şeylere. Bu kez de beni uyandırmak Çiler'e düşmüştü anlaşılan. O da birden fark etmiş olmalı ki: "İstanbul'a yerleştiğiniz yerden veda ediyorsunuz yine İstanbul'a" diyiverdi bir anda, yine beni şaşırtarak. Evet ya tabii, biz yaklaşık beş buçuk sene önce evlenip de geldiğimizde ilk yerleştiğimiz evimiz burada, Göktürk'teydi. Yine çok sevdiğimiz, çok güzel günler geçirdiğimiz ve birçok insanla da güzel anılar, eğlenceli anlar paylaştığımız bir evdi burası. Artell Forum Taş 12. İşte, bu son iki gün, Çiler'lere giderken bu evin önünden özellikle geçiyorduk ve ben şöyle kısa bir bakış atıyordum. Sözcükleri o kısa anlarda pek toparlayamıyor, sadece bakıyordum öylece. Biraz da merak vardı içimde galiba. Kimler yaşıyorlar, nasıl yerleştirdiler eşyalarını acaba diye. Ne önemi var? Biz yolumuza, yeni hayatımıza bakalım. İşte böylece ilk "eski" evimize de tatlı tatlı veda edip ayrıldık Göktürk'ten ve sonrasında da İstanbul'dan. Geldik Adana'ya!

Henüz bilmiyorum bundan sonra neler bizi bekler. Tek bildiğim, bugüne kadar olan hayatıma çok güzel kurgulanmış bir şekilde veda ettim, o "eski" evlerimizi güzellikle kendi yollarına bıraktım ki onlar da bizim yolumuzun açılmasına vesile olsunlar.

Bu olayla etkileşimi olan tüm varlıkların hayrına olması dileğiyle...