Translate

31 Ekim 2013 Perşembe

Geç ama Kalpten Gelen

Uzun bir süredir çeşitli sebeplerden ötürü yazmıyordum, yazamıyordum. Sadece buraya değil, uzun emailler bile yazamaz haldeydim.

Ancak, ne kadar ara verirsem vereyim, yeniden yazmaya başladığımda ilk yazımın konusunu kalbimin derinliklerinde biliyordum. İçeriği de yazınca oluşacaktı, onu da biliyordum. Aslında sadece bilmek değil, böyle olması için önce kendime sonra da ona söz vermiştim.

Sevgili eşim Murat'ın babası, sevgili kayınpederim, Turgay Saracoğlu haziran ayında bu hayata veda etti. Her ne kadar kendisi bizi gitmeden önce bir nevi hazırlamış olsa da, yine de ailede böylesi süresiz vedalar pek zor oluyor. Artık onu göremeyecek, sesini duyamayacak olmak, geride kalanlar için kabul etmesi zor geliyor. Ben şimdi, birazcık da farklı olarak, Turgay Saracoğlu'nu gelininin gözlerinden, kalbinden anlatacağım.

Onu yedi yıldır tanıyorum. Yedi yıl kimileri için kısa, kimileri içinse uzun bir süre olabilir. Fakat benim için bir kişiyle bağ kurabilmekte aslolan şey kişilerin birbirini ne kadar süredir tanıdığı değil, bu sürede nelerin yaşanmış olduğu ve belki de herşeyden önemlisi bu ikili etkileşimde kişilerin birbirinin kalbine ne derece dokunabilmiş olduğudur.

Murat'la birbirimizi taa çocukluktan beri tanıyoruz. Birlikteliğimizin başlangıcı ise üniversiteden mezun olmamızdan sonrasına rast gelir. O tanıdıklığın verdiği güvenle biz görüşmeye başladığımız zamanlarda haliyle birbirimize ailelerimizden bahsediyorduk. O zaman anladım ki Murat'ın tanıdığımı sandığım kısmı buzdağının görünen kısmıymış. Meğer derinlerde neler neler daha varmış. Belki her oğlan çocuğu gibi, belki de babasının etkili kişiliğinden dolayı onu uzun uzun anlatıyordu. Onu dinlerken, doğruyu söylemek gerekirse içimden ilk geçen düşünceler; "a ne kadar da güzel, benim babam gibi Almanya'da okumuş, demek ki çok iyi anlaşacaklar" ve bir de "kendi işini de kurmuş, sanayici olmuş, bu da harika bir ortak nokta" olmuştu. Halbuki bu iki kavram, yani Alman ekolünde eğitilmiş bir Adanalı sanayici olması onu her ne kadar dışarıdan çok da tanımlayan bir kalıp olsa da onu tanıdıkça altında çok çok daha fazlası olduğunu gördüm.

İlk tanıştığımız günü hep hatırlarım. Onların evinin salonunda sohbet ediyorduk. Ben çok heyecanlıydım. Neyse ki Murat'ın yiğeni Efe son derece coşkulu bir performansla ortamı yumuşatıp heyecanımı dağıtmama yardım etti. Kayınbabam, o kısa sohbetimizde beni tanımak için hiç alışık olmadığım tarzda sorular soruyordu. Bazılarına cevap vermekte bile zorlanıyordum. Kimileri ailemi de tanımak yönündeydi, bunu hissedebiliyordum ve en doğru cevabın ne olduğunu arar dururken kalbim güm güm çarpıyordu. Konuştukça, bir yandan beni sevdiğini hissediyor, bir yandan da ona hayranlık duymaya başlıyordum. O nasıl bir zekaydı... Oradan çıkıp da eve yürürken artık bambaşka bir yolda ilerlediğimi biliyordum. Çünkü hayata ve kendime bakışım değişmişti. Kendime sormaya cesaret edemeyeceğim sorular sorulmuş, derin ve kapsamlı bir sohbet yaşanmıştı. Belki de pek alışık olmadığım bilgi içerikli paylaşım beni biraz da şaşırtmıştı.

O günden bu güne kadar geçen o yıllar, benim hayatımda birçok dönüm noktasına sahne oldu. Evlenip Adana'dan İstanbul'a yerleşmem, bambaşka bir alanda başlattığım yeni iş girişimim ve onunla beraber gelen büyük değişimim, o alanda tanıştığım insanlar, girdiğim ortamlar ve öğrendiğim tarih bilgisi ; daha sonra o işi rölantiye alıp bebek hazırlığına başlamam, bebekten sonra heyecanla sarıldığım Blog yazılarım, ardından İstanbul'dan tekrar Adana'ya taşınma kararımız, Adana'da yeni ev, yeni düzen, yine bambaşka bir alanda yeni bir iş girişiminin parçası olma durumu... Bu geçişlerin her birinde, yaşananların heyecanı ile yoruculuğu, bazense bezginliği birbirine karıştı durdu...

O hep vardı, yanımda olduğunu ve desteğini hep hissettim. İstanbul'daki ilk evimizi tuttuğumuzda yanımızdaydı, onun görüşleri bizim için hep çok önemliydi. İşimi kurup da ofise yerleştiğimde bana harika bir Çeşm-i Bülbül vazo hediyesi ile gelmişti. Vazonun değeri ya da güzelliği bir yana, asıl beni etkileyen şey, işimle yakın olarak ilgilenmesiydi. Anlattıklarımı ilgiyle dinliyor, sorular soruyor ve beni zaman zaman yönlendiriyor, fikirler veriyordu. Belki de herşeyden daha anlamlısı, kendi fikirlerimi geliştirmemi teşvik ediyor, adeta bunu bana ilk kez o öğretiyordu. Her görüşmemizde, işimde son yaşananları öğrenmenin heyecanını yaşıyordu. Bazen resmi dairelerle çalışmanın zorluğunu benimle paylaşıyor, bazen o engin tarih bilgisi ile benim kendi müşterilerime farklı bir bakış açısı geliştirmemde etkili oluyor, bazen de benim gidip gezdiğim ve bir kısmı normalde ziyarete bile açık olmayan o tarihi mekanları anlatırken dinlemekten büyük keyif alıyordu. Ben de tabii ki bu denli keyifle dinleyen birisi olunca işime daha bir sarılıyordum. Sonraları onun hakkında hazırlanan kitaba yazdığım kısa yazıda da işte bu yüzden onu arkamızı yasladığımız bir dağa benzetmiştim.

Kayınpederim de herkes gibi bebek haberine çok sevinmişti, coşkumuzu bizimle paylaşmıştı. Mert'in doğduğu gün hastanede saatlerce beklemiş ve ailenin o büyük mutlu gününde bizim yanımızda olmuştu. Üçüncü oğlan torununu kucağına almanın o gururu çok bariz hissediliyordu o günlerde. Mert büyürken onu sık sık ziyaret ederdik ve bebekte en ufak değişiklik veya yeni öğrendiği en basit şey bile onu sevindirmeye yetiyordu. Görüşemediğimiz dönemlerde ise Mert'in fotoğraflarını gönderiyordum ona. Fotoğrafa anında telefonundan bakar ve bir yorum yapmadan duramazdı. 

Bebekle beraber içimde yeniden körüklenen yazma arzusu ile blog yazmaya başlamıştım. Yazılarımı yayınlar yayınlamaz sevdiklerimle paylaşıyordum. Ve ilk okuyan da o oluyordu genellikle. Okuyunca oraya yorum yapmaz, mutlaka beni telefonla arardı. Yazılarımın dili kadar onun hoşuna giden şey benim satır aralarımda Mert'in gelişimini okuyor olmaktı. Torununu yazılarımda tanıyordu adeta. Beni her yazımda tebrik ederken, bir yandan kendimi yazarak ifade etmedeki gücümü vurguluyor, bir yandan da anne olmam yönünde beni duygulandıran iltifatlarda bulunuyordu. Öyle ki, birçok konuşmamız akabinde gözyaşlarıma hakim olamadığım oldu.

Sonra Murat'la beraber o büyük kararı verip Adana'ya taşınacağımızı Kayınpederimle paylaştık. Karmaşık duygular içinde olduğu belliydi. Oğlunun çok doğru birşey yapıyor olmasının gururu, Mert'i daha az görecek olmanın burukluğu ile karışıyordu. O karara hepimiz çabuk alıştık, hızlıca harekete geçtik ve iki ay içinde toparlanıp Adana'ya geldik. Artık onu vefatına kadar olan sürede sadece iki kez görebileceğimi tabii ki bilmiyordum. Yine telefon görüşmelerimiz oluyordu, Blog yazılarımı takip ediyor ve Adana maceramızın başlangıcını buradan okuyor, her zamanki gibi görüşlerini benimle anında paylaşıyordu. Beni bu kez de yazmam konusunda teşvik ediyor; bir gün bir kitap, hatta bir roman yazabileceğime inanıyordu. 

Şimdi bu yazımı onun e-posta adresine gönderemeyecek olmak ve onunla yazılarımı paylaşamayacak olmak çok üzücü. Ama bir yandan biliyorum ki o her zaman olduğu gibi bana inanıyor ve yazdığımı biliyor. Ona çok teşekkür ediyorum. Öncelikle bana kendimi değerli hissettirdiği, beni olduğum halimle kabul ettiği için. Şuan beni ben yapan bazı yeni unsurlara vesile olduğu için. Bana inandığı ve bana kendime inanmayı öğrettiği için. Kendime güvenerek attığım her adımda tam arkamda hazır ve nazır destek için bekliyor olduğu için. O içimdeki gücü böylelikle dışarı çıkardığı için. 


İyi ki hayatıma girdiniz, sevgili kayınpederim Turgay Saracoğlu. Sizi tanıdığım ve kısa da olsa hayatımın çok önemli bir döneminde yollarımız kesiştiği için çok mutluyum. 

Ruhunuz sonsuza kadar ışıklarla aydınlansın!




2 yorum:

Mustafa KIMIL dedi ki...

Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun... Süper bir yazı Pınar hanım tebrik ederim. Merhum Saraçoğlu'na katılıyorum "evet" siz roman bile yazabilirsiniz. Diliniz çok akıcı, duygularınızı ifade ederken kullandığınız kelime hazneniz de çok zengin. Neden yaz mıyorsunuz?

Filozofanne dedi ki...

Teşekkür ederim Mustafa bey. Yazma konusu hep hayatımda olacak, bundan eminim. Nerelere varır, orasını hep beraber göreceğiz. Şimdilik burdayım, beni takip edin :)