Translate

25 Kasım 2014 Salı

İyi ki Varsın Annem!



Beni bu hayatta olduğum gibi kabul eden ilk insan. Annem.

Beni en yakından tanıyan... En çıplak halimle beni bilen.. Şöylece bakıp da o anlık ruh analizimi yapabilen..

Duygularımı da en iyi yazarak ifade ettiğimi bilen.. Annem.. Şimdi bu monolog yazımda seninle konuşuyorum işte.

Sen anlarsın şimdi neden yazdığımı, neden sarıldığımda söylemediğimi, konuşmadığımı.. Duygularımın sözcüsü olarak parmaklarımı atamışım bir kere. Bilirsin bunu da, o yüzden sorgulamazsın pek. Kaprislerin bana değildir hiç. Alıngansındır çoğu zaman, ama bana hiç yansımadı bu. Yaparsın, yaparsın, kendinden çok verirsin sevdiklerine.. Hiç karşılık beklemez görünürsün, oysa içten içe beklersin birşeyler. Bazen sadece bir sıcaklık veya bir gülümsemedir beklediğin, bazense biraz daha büyük birşeyler. Maksat, yaptığın fedakarlığın hora geçtiğini hissetmek. Senin gerçeğin de bu işte, İnsanların hayatlarında yer etmek için vermeyi seçmişsin. Kendini var hissetmek için çalışmalı, yapmalı, yaratmalı, üretmeli ve sonuçta birazcık da olsa övgü almalısın. Kendini gerçekleştiriyorsun Anne, için rahat olsun. Aktarıyorsun içindeki sevgiyi etrafına, hatta çoğaltarak yayıyorsun. Ve bunu yaptıklarınla değil, varlığınla yapıyorsun aslında. Bunu yeni de olsa artık fark ettim, işte ondan yazıyorum şimdi. Hayatımdaki varlığının önemini gördüm. Yoksa biraz geç mi oldu otuzbeşe merdiven dayamışken bunu fark etmek? Olsun, sen yanımdayken fark ettim ya, içime siniyor fazlasıyla. 

Dedikleri doğruymuş, senin önemini anne olunca anladım. Çünkü bebeklerim olunca senin hayatımdaki konumun değişti resmen. Annem gitti, annane geliverdi sanki. Bebeklerimi gözü kapalı teslim edebildiğim. Sadece onları birine bırakmanın rahatlığı değil, aynı zamanda hepinizin güzel zaman geçirdiğini bilmenin iç huzuru da var sayende. Ve sonra, anne olunca anneliği görerek öğrendiğim. Çocuk bakımı olsun, şefkati olsun, ev çekip çevirme olsun, yemek pişirme olsun. Doğru bildiğim doğrular ve doğru bildiğim yanlışlar. Hepsini senden aldım, tarttım, değerlendirdim ve uyguladım. Bazen seninle aynı hataları yapmış olabilirim, olsun o da kabulüm. Bu benim hayatım ve deneyimim diyiverdim ardından.
Galiba itiraf da etmeliyim, ikinci bebeğimi düşünürken senin orada olduğunu bilmek içime bir güç vermişti. Her ne kadar sana bağımlı bir hayat düzeni kurmayı tercih etmesem de varlığın güç vermişti bana. Ve bana her an her konuda hissettirdiğin gibi, "sen yaparsın" demiştin varlığınla. 

Şimdi bütün bunlara ilave bir hediye daha var hayatımda senden. İşimiz, yeni bebeğimiz. Kelimenin tam anlamıyla döke saça, düşe kalka yapmaya çalışırken bu işi, sen yine oradasın. Yanımda, arkamda, önümde, içimde.. Sırtımı yasladığım da sensin, koluna girdiğim de.. Ve hayalim bir gün seni omzumda taşımak gururla. Ve o gün çok yakında, biliyorum. Ben de bu vesileyle seni, senin geçmişini önce şimdiye ve kendi gerçeğime ve sonra da geleceğe taşıyacak olmanın tatlı gerginliğini yaşıyorum bu aralar. Yapabilecek miyim acaba diye sormama fırsat bile vermiyorsun, ben sana destek olurum diyorsun.

İyi ki varsın, Annem. Ben öyle canım cicimli konuşmayı beceremem. En iyi sen bilirsin bunu.  Sözün özü şu; seninle hayatlarımızın kesişmesi ve şimdi de bu ortak yolda ilerlemek benim için son derece heyecan verici olduğu kadar da onurlandırıcı. 
Güzellikler, başarılar, zenginlikler ve tabii ki yepyeni tatlar bizi bekliyor. 







19 Kasım 2014 Çarşamba

Çocuktan Empati Beklemek

Günlük Felsefe yazılarından vazgeçtim. Neden mi? Birkaç sebebi var. En önemlisi, başlıkları çok sıradan geliyordu. Benim için yazının başlığı heyecan verici olmalı, okuyucuyu cezbetmeli. Aynı zamanda benim de yazarken kafamı toparlamama yardımcı olmalı. Yani ben bir fikirle yola çıkıp önce başlığı atan yazarlardanım, anlayacağınız. Bir de galiba kendimi zorladığımı hissettim. Ve yine içimden geldiği gibi yazmaya döndüm. Arada tasmamı gevşetip biraz uzaklaşmayı denesem de yine kendi tarzıma dönüyorum.

Şimdi gelelim bugünkü başlığımıza, empatinin çocuklu hayatımızdaki anlaşılmaz yerine.
Bugünlerde Mert'le ilişkimizde bazen iletişim sorunları yaşıyoruz. O ne istediğini tam bilmese de benim ondan istediğimi yapmamak için direniyor. Haliyle ben de yıpranıyorum, ona kızıyorum ve üzülüyorum. Çareler arıyorum bir yandan. Ama bir yandan da farkında olmadan çocuğa duygu sömürüsü yapıyorum galiba. Empati kursun istiyorum. "Oğlum, bak senin için özel olarak bu yemeği yaptım, lütfen yer misin. Oğlum, çok yorgunum, şimdi seninle puzzle yapmak istemiyorum. Oğlum, çok uykum var, ben biraz uyuyayım, sen oyna. Oğlum, bak kahvaltı ediyorum, sen oturma odasına geç, birazdan gelirim. Oğlum, şimdi işe gitmem gerekiyor." Ve bunun gibi uzayan binlerce monolog.

Bugün bana ilham geldiği an birden fark ettim ki, ben bunları söylerken iki buçuk yaşındaki minik oğlumdan empati kurmasını bekliyorum. Hatta bazı durumlarda kendimi acındırıyorum desem doğrudur. Çocuk aslında benim kadar seri düşünüp konuşabilse bana ne cevaplar verebilir. Hakkıdır da.

Sonra şunu da fark ettim. Ben otuz yaşımda annemle hala tam anlamıyla empati kuramıyorken nasıl olur da bebek oğlumdan bunu bekleyebilirim. 

Aslında burada beni sıkıntıya sokan şey, kurduğum cümleler değil, kendi içimde yarattığım beklentiler. Onun benimle anında empati kurması beklentisi.
Yani Mert'e yorgun olduğumu ve onunla oyun oynayamayacağımı söylemem tamam da, onun bunu hemencecik anlayıp kabul etmesini beklemem biraz saçma galiba. 

Benden çok daha yorucu bir gün geçirmiş olan annemden akşam bize geldiğinde bana yardım etmesini beklerken ve bir de bunu neşeyle yapmasını umarken hiç farkında değilmişim meğer. Kadıncağız bana dönüp bugün çok yorgunum, yapamayacağım dediğinde ne hissederim. 

İşte burada bir empati köprüsü kurdum. Annem ve çocuklarım arasında. Beklentiler içinde olurken ve hatta kişiler arasında bir beklentiler yumağı oluşmuşken bunu düşünmeli insan. 

Kesin çözümü burada tam bulamamakla beraber, farkındalık bana iyi hissettiriyor.  Bazen söylemek istediklerimin ve karşı tarafa aktarmak istediğim duyguların tam yerini bulamamasından şikayet edersem eğer, bunu hatırlayacağım. Ve onun daha sadece minik bir çocuk olduğunu. Böylece, büyüyüp baba olduğunda o da çocuğuyla benzer bir iletişim kurabilir. Ve tabii ki o zaman geldiğinde bir babaanne olmuş benimle de :)

Frekansların uyuşması ve benim sözcüklerimin onun zihninde de aynı yere oturması dileğiyle kapatıyorum bu yazıyı.

6 Kasım 2014 Perşembe

4. Günümün Felsefesi

Dünkü yazımdan sonra yine maddiyatla ilgili yazmaya devam ediyorum. Birşeyler beni bu konulara itiyor devamlı. Sadece yazılarda değil, akmakta olan hayatımın bu döneminde yaşananlar da beni buralarda gezdiriyor. Alınacak dersler, çıkılacak basamaklar var herhalde. Ve ben bunları düşünüp yazarken hem kendimi tanıyor, hem de yine bilincimi olayların çok üzerine çıkarmanın formülünü buluyorum. Neyse, çok uzatmadan konuya dönelim.

Sahip olduğumuz maddi zenginliklerle ilgili birşeyler karalamak istiyorum. Ve bir de sahip olmadığımız, hep eksikliğini hissettiğimiz.

Birkaç sene önce tramvayda çantamdan cep telefonum çalınmıştı.  Üstelik henüz yeni aldığım ve taksidini iki yıl daha ödeyecek olduğum telefonum. Olay anında ilk önce oldukça negatif duygular belirmişti içimde; kendimi suçlama, acıma, çaresizlik vs. Aklım başıma geldiğindeyse ilk iş telefon hattımı kullanıma kapatmak ve sonra da ulaştırma bakanlığına bildirimde bulunmak oldu. Doğrusu polise başvurmak aklımın ucundan bile geçmedi. Yani ev, araba hırsızlıklarında mutlaka başvurulurdu da, nedense böylesi bir vukuat için ellerinden birşey gelmez diye düşünmüştüm. Tam da bir Bayram arefesiydi. Olayın hemen akabinde Tatil için Lizbon'a gittik. Varış anımızdan itibaren kenti çok sevdik ve keyif almaya başladık. Bazı anlarda ben yine telefonu "çaldırmış" olma suçundan hayıflanmaya devam ediyordum, içten içe. 

Çok erken bir sabah, uykum kaçtı, henüz yataktan çıkmamış yine "ah, vah" modundayken, birden silkiniverdim. O an şunu hissettim: ne sahip olduğum nesneler bana aitti, ne de sahip olmadıklarım bana ait değildi. Tüm maddi değerler tüm insanlara ait dedim kendi kendime. Uzayda yüzen nesneler gibi hayal ettim onları. Sonra insanın kendi deneyimi için gerekli olanlar onlara mıknatıs gibi çekiliyorlar gibi düşünüp imgeledim. Ve orada o anda kaybolan cep telefonumu evrene teslim edip durumun içinden çıktım. Sabah sokağa ilk çıktığımızda henüz bu imgelemenin etkisindeyken bazı hayal çalışmaları yaptığımı hatırlıyorum. Mesela önümüzden geçen lüks otomobilin bana ait olduğunu veya hatta tüm şehrin bana ait olduğunu canlandırdım zihnimde. Tüm maddi değerler bana ait dedim, tAa ki ben kendi deneyimim için oradan uygun olanı kendime çekip alana kadar özgür dolaşıyorlar. Bazen de benim için işlevini yitiren bir nesne hayatımdan aynı şekilde çıkıp gidebiliyor. Burada ilk ve en önemli yapılması gereken izin vermek. Gidene de gelene de. Çünkü zaten benim için en hayırlısı oluyor, bunu biliyorum.

Derken, henüz bu idrak anlarının üzerinden birkaç saat geçmişti ki annemden bir mesaj geldi, polis cep telefonumu bulmuştu... Umulmadık, beklenmedik, pahabiçilmez bir piyangoydu bu adeta. Maddi değerinden değil elbette. Asıl mutluluk, zihnimde çözdüğüm bir konunun hem de bu kadar süratle somutlaşması ödülündeydi.

Tatil dönüşü ilk sabah karakola gidip telefonumu teslim aldım. Evrenden... 
Üstelik o kadar hızlı bulunmuştu ki tüm hafızası bıraktığım gibi duruyordu. Küçük bir mucize yaşanmıştı benim için, modern hayat mucizesi... 





4 Kasım 2014 Salı

3. Günümün Felsefesi

Gece saat geç, çok geç şuan. Geceleri çok severim, özellikle de yazı yazmak için. Gece sessizdir, herkes uykudayken evde huzur hakimdir. Ve böyle olunca ben kendimi özgür hissederim. Sessiz olmak kaydıyla her istediğimi yapabilirim. Gece ayrıca karanlıktır da, yani önümdeki işe daha bir odaklanabilirim. Gece ilham da verir bana çoğu zaman.

Şimdi gelelim günün konusuna. Bugün maddi olarak sahip olduğum ve olmadığım şeylerin hesabını yaparken birden birşeyi farkettim. Onu değerlendirmek istiyorum.

Geldiğimiz şu zamanda insanlar ne kadar çok maddiyata odaklanmışlar. Kendi değerlerini bile beraberinde bir madde olmadan göremiyor, kabul edemiyorlar.  Şimdi çıkış noktam yargılayıcı gelebilir size belki. Olsun, çıkıştan ziyade varış noktası önemli şuan. Hem zaten burada yargıladığım grupta kendim de varım. Hedef, birşeyleri çözmek, engellere takılmayı bırakıp yola koyulmak.

Nerede kalmıştık, biz insanoğlu nasıl bu hale geldik bilmiyorum. Sanırım, keşfetme ve icat etme özelliğimizle hayatımıza çeşitlilik katıp sonra da herşeyin sınırlı olduğunu farkedince bunlara bir fiyat biçmemizle ve bu bedeli ödeyerek elde edebilmeyi bağımlılık haline getirmemizle oldu. Yani bu bir günlük olay değil, yüzyılların birikimi. Şimdiyse sanki hep maddi bir değer oluşturmak için çalışıyoruz, kavgalar ediyoruz. Bazen bunları kaybettiğimizde kahroluyor, hatta sağlığımızı yitiriyoruz. Oysa ki bütün maddesel şeyler insanoğlunun hizmetinde olmalı, öyle değil mi?

Buraya kadar ters giden konunun adını koymuş oldum. Biraz işin görünmeyen kısmına bakalım. neden bu kadar maddeye odaklıyız bence? Çünkü öz değerimizi unutuyoruz. Maddi birşeylerle desteklenmediğinde sanki değerimiz yokmuş gibi hissediyoruz.. Herkes yaptığı iş, bankadaki parası, evi, hatta evleri, başkalarına aldığı hediyeler, giyimindeki ve ev dekorundaki kalite ile kendi değerini dışarıya ifade ettiğine inanıyor. Tabii her zaman bunun farkında değil. Bilinçaltına yerleşmiş, ve bence toplu olarak yaşanılan geçmiş hayat deneyimlerinin herkese farklı oranda etki eden tezahürü.

Özüne gelelim.
Ben insanım. Tüm insanoğlunu temsil ediyorum. Benim değerim sonsuzdur, çünkü evren sonsuzdur. Tek bir kişi olarak ilerlediğim bu hayat serüveninde kendi değerimin sadece kabul ettiğim büyüklüğü kadar maddi değerleri kendime çekerim. Sınırları kendime ben koyarım.

Ve  işte tam da bu yüzden maddi gücü olan kişiye "varlıklı insan" deriz. Ne ilginç öyle değil mi? Insan varolduğunu ve değerli olduğunu kabul ettikçe varlıklı olur, benim kanımca. Sonra da alır o zenginliği ve kullanır, o kabul ettiği değerini dışarıdaki insanlara ifade etmek için.  Yani, maddi zenginlik veya yokluk bizim bu hayatımızda kullandığımız çok önemli bir okul gereci gibi. Dünyada bu gereçle öğrenmekte olmayan insan yok denecek kadar az herhalde. Parayla, pulla uğraşıp dururken kendinizi birden fark ederseniz bunu hatırlayın. Deneyimin tadını çıkarın ve onun size kendi öz değerinizi öğretmek üzere verilmiş bir araç gereç olduğunu görün. Sonra da alınacak dersi alıp, belki daha zengin belki daha yoksul, ama kesin olarak hayata bir üst sınıftan devam edin. 

Haydi bu günlük bu kadar olsun. Sevgiyle...





2 Kasım 2014 Pazar

2. Günümün Felsefesi

Yine geceyarısına dakikalar kala yazılmaya başlayan bir yazı.. 
Az önce arkadaşım Cerenle tam da bunu konuşuyorduk, yani yazmak ya da yazmamak konusunu. Yazmış olmak için yazmak ve zorlamayla ortaya bir yazı çıkarmak mı, yoksa hiç denememek mi, ya da odaklanmayı başarıp asıl istediğim gibi, şuanki beni ifade eden bir yazı elde etmek mi. Yani aslında yazmak ya da yazmamak diye basite indirgenen şey üç bacaklı bir denklem. O kadar basit değil.. Burada yine tercihler devreye giriyor. 

Hayatımızda sürekli tercihlerde bulunuyoruz. Bunların karar aşaması çok da aktif görünmüyor ama aslında belki de en zorlu süreç bu aşama. Sonra harekete geçme vakti geldiğindeyse çoğu zaman rahat kanepemizden kalkmak istemiyoruz. Kimileri bunu konfor alanından çıkamamak olarak yorumluyor. Ve bu zamanda binbir bahane de bize çok yardımcı oluyor. Halbuki kararımızı zamanında uygulamayı başarırsak bunun ödülü çok güzel. Hatta şöyle söyleyip sizi gülümsetebilirim ki, işi yapmak üzere kalkıp hallettikten sonra yeniden uzandığınız o kanepeniz size her zamankinden daha konforlu gelecek, emin olun. 

Öyleyse bugünün felsefesi bu olsun ve ben de bir taşla iki kuş vurmuş olayım. Yorucu bir günün ardından vurup kafayı uyumak varken, ben kendime verdiğim sözü tuttum ve yazdım. Ödülü büyük. Kendi özsaygımı hissetmenin iç huzuruyla kafayı yastığa koymak. Bugünlük daha fazla derine inmeyeyim, olur mu?

Herkese iyi geceler.

1 Kasım 2014 Cumartesi

1. Günümün Felsefesi

Bu yazdıklarımı Fırat Abi'm okusa kesin bana "felsefe yapma Pınar" diye dalgayla karışık kızardı, çünkü diyaloglarımızı dönüp dolaşıp kendime has bir felsefeye bağlayan ben olurken, o daha çok psikolojiye doğru yönelirdi. Çocukken böyleydi, ve benim için durum değişmemekle kalmadı, aynı zamanda daha bir vahimleşti. Felsefe yapmak, yani benim için; düşünmek, olayları kafamda yormak, çözmek, bir yere bağlamak, yerli yerine oturtmak  hayatımın nerdeyse her anında artarak var olmayı sürdürdü. Şimdi biraz da bu blog sayesinde birşey denemeye karar verdim. Gittiği yere kadar (içimden 21 gün demek geçiyor ama sınır da koymak istemiyorum, zorlama yapmak da), her gün kısa da olsa bir yazı yayınlayıp o gün içimde esinlenen bir felsefeyi yazacağım. O gün yaşanan bir olay da ilham verebilir, izlediğim bir film de, ya da sadece birden beliren bir fikir de. Düşünce hür olmak ister, ben de onu her gün bilinçli olarak salıvermeye niyet ediyorum. Bakalım neler olacak.

Günümün Felsefesi - 1.Gün

Insan koskoca bir dünyanın ve hatta bilinmez büyüklükteki evrenin, onun da ötesinde sonsuz hacimli evrenler kümesinin bir parçası miniminnacık bir varlık olabilir. Ama o aynı zamanda, kendi içinde muhteşem bir uyum sergileyen bir parçalar bütünüdür. Kanı, canı, bedeni olduğu kadar; duyguları ve sezgileri de onu tamamlar, huyu suyu da, ve tabii ki zihni ve düşüncesi de. Hiçbiri diğerinin üstünde veya altında değildir. Sadece günlük hayatta zaman zaman görev değiştirirler, daha doğrusu yer değiştirirler. Bazen direksiyon hormonlarda yani bedendedir, bazen duygular ortalığı karıştırır, bazen de mantık konuşur. Beni ben yapan tüm parçalarımı sevgiyle kucaklayıp onları saygıyla kabul ediyorum.

asıl felsefe bu değil belki de... Bu parçaları anlamlı bir bütün haline getirip, insanı ayağa kaldıran, ona can veren ve ona yaşam amacıyla paralel deneyimler yaşatan bir önemli parçayı hatırladım ve hatırlatmak istedim. İnsanın ruhunu veyahut özünü yani. Herşey bir hayatta gelir geçer ama ruh bizim ayrılmaz tek parçamızdır. Kaç hayat yaşarsak yaşayalım, öncesinde sonrasında bizimle olacaktır hep. Bunu bilmek, bana bir garip güven hissi verdi. Ve asla yalnız olmayacağımı hissettirdi. 
ilk günün nağmeleri bunlar olsun bakalım.
Saat gece yarısını vurmadan bu yazı bitsin, gelsin yeni gün...