Translate

18 Mart 2022 Cuma

Kısa Öykü - Bir Annenin Ardından

 

Bir Annenin Ardından

Evde çıt yok, biraz da loş sanki. Tüm ışıkları yakmalı, içimdeki ürperti geçer belki. Ne yalan söyleyim, kendimi biraz hırsız gibi hissediyorum. Çocukluğumun geçtiği ev de olsa, siz yokken burası bana iyiden iyiye yabancı geliyor. Kapı açılıp da sen içeri girsen, ne yapıyorsun burada demez misin, anne?

Her şeyi usulüne uygun yaptık, için rahat uyu. Keşke babam da olsaydı, bu kadar zorlanmazdım belki. Ama işte, olsaydı da sensizliğe dayanamazdı o, biliyorum. Yengem sağolsun, yardım etti biraz; yemekti, helvaydı, mevlüt şekeriydi falan… Alnımızın akıyla görevlerimizi yerine getirdik. Tek evlat olmak amma da zormuş. Şimdi ben bu evin atsan atılmaz satsan satılmaz eşyalarını nasıl tek başıma ayıklayacağım, söyle bana!

Önce tüm evi şöyle bir dolanıyorum, alıcı gözle bakıyorum. Kapının önünde duran ayakkabını içeri alıyorum. Acaba önce ayakkabılardan mı başlamalı? Onlar kolay yahu, hepsini toplayıp ihtiyacı olanlara veririm, ayakların benden iki numara küçüktü zaten. Ben doğru yatak odana geçiyim, 13 senedir tek başına yattığın, babam gideli beri, evin işi azalsa da hep yorgun olan bedenini dinlendirdiğin.

Nasıl olsa hepsini atacağım diyerek, şifonyerin iç çamaşır çekmecesini açıyorum. Dantelleri, satenleri güpürleri seri hareketlerle bir naylon torbaya alıyorum. Derken içinden bir kalem halıya düşüveriyor. Bu çekmecede kalemin ne işi var diyerek elime alıp bakıyorum ki üzerinde bir isim: Semiha Akınoğlu. Sizin okulun müdürü değil mi bu? Evet evet o. Ama bu kalem neden sende anne? Anlam veremiyorum. Öyle sana hediye edebileceği türden bir eşya da değil ki. Yoksa…

Bir öğretmen arkadaşının bize geldiği günü hatırlıyorum, yalnız konuşmak için kibarca beni salondan çıkarmıştı, tabii ben meraktan yerimde duramayıp kapının arkasından sizi dinlemeye çalışmıştım. Odalarda kaybolan eşyalardan bahsettiğinde neden bunu okulda müdürüyle konuşmadıklarına, ne biliyim bir güvenlik kamerası falan yerleştirmediklerine bir anlam verememiştim. Sen ne yapabilirdin ki bu konuda? Kapının ardından ayrıntıları çok seçemiyordum, ama şunu duyduğuma çok eminim. “Acaba bir doktora mı gitsen Belma? Bak, öyle ilaç milaç da vermiyorlarmış, psikologlar tedavi ediyormuş. 6 ay, bir senede kurtulursun. Kimselere de söylemem ben, söz.” Sonra senin utangaç sesini duyduğumu hatırlıyorum. “Canım, ben istemiyorum ki kurtulmayı, yıllardır alıştım, sönük hayatıma bir kalp çarpıntısı çok mu fazla? Hem bir süre dikkat ederim, unutulur.” O an sanki beni dinlediğim kapıdan elektrik çarpmıştı da irkilip konuşmanızın geri kalanını dinlememiştim bile. Ah anne ah…

Düşüncelerim mazide, bedenim yatak odasının dehlizlerinde, görevime kilitleniyorum adeta. Bir an önce şurda işimi bitirip çıkmalıyım buralardan. Takıları seçmeye başlıyorum. Birkaç altın parçayı zaten daha önce bana vermiştin, “ne takacağım ayol, bundan sonra hasta hasta” diye. Taşları boncukları karıştırırken aralarında uzun porselen bir çay kaşığı görüyorum. Üzeri el işi naif bir çiçek deseniyle süslü. Takımından ayrı, yalnız kalmış buracıkta. Kim bilir, hangi arkadaşında gördün de, küçücüktür bir şey olmaz diyip çantana atıverdin. Sonra da ah kim bilir ne üzüldün, geri yerine koymak için senaryolar kurdun da götüremedin bir türlü. Ah annem ah.

Yüküm ağırlaştıkça yürümekte zorlanır gibi yavaş adımlarla yatağa gidip usulca oturuyorum. Komodin çekmecelerini boşaltmaya başlıyorum. İlk çekmecesinde kremler, bir kalem, okuma gözlüğün gibi eşyaların arasında bir çakmak dikkatimi çekiyor. Fenerbahçeli bir taraftar çakmağı bu. Senle hiç mi hiç ilgisi olamaz. Sigara içmezdin ki, hem ocağı yakmak için kullansan da onun komodinde ne işi var. Kaldı ki Fenerli de değilsin. Bindiğin bir takside, arabanın ani hareketiyle yere yuvarlanan çakmağı çantana atarken seni görebiliyorum. Üstelik bu defa, öyle pek de suçlamamış olmalısın kendini. Çakmak dediğin şey, üç kuruşluk, habire kaybolur durur ya; üstelik içmesin adam da şu zıkkımı ayol, derken seni duyar gibiyim. Sen ve hiç eksik etmediğin ayolların, ah anneciğim ah!

İkinci çekmecesinde çorapların var, gelişigüzel istiflenmiş. Bunları da atmalı, kimseye verilmez diye düşünüyorum, çamaşır poşetine doldurmaya başlıyorum. Altlara doğru bir lavanta kesesi görüyorum, nakışlarla işli, çeyizinden kalmış olmalı. Lavantanın rahatlatıcı kokusunu daha yoğun alabilmek için elimle ovalarken içinde sert bir şey hissediyorum. Ama bu, bu benim kolyem. Lise mezuniyetimin olduğu gece, baş başa sabahlayıp bir türlü vedalaşamadığımız o gece, Ozan’ın bana hediye ettiği kolye. Ozan üniversite okumaya yurtdışına gidecek diye günlerce ağlamıştım da sen beni bir kez bile telkin etmemiştin. O gencecik ve merhametli aklımla, senin de acın taze diye düşünmüştüm. Demek sen, imkansız aşkımın anılarından beni kurtarmak için o kolyeyi almışsın.

 

Pınar Koçak Saraçoğlu

13.03.2022 / Adana

Sanal Yazıevi Öykü Atölyesi 2.Modül – Nil Devletoğlu

1 Mart 2022 Salı

Kısa Öykü - Eksik Kadın

 

Eksik Kadın

Kapalı gözlerini bile kamaştırmaya yetecek kadar parlak ışıklar neden hiç ısıtmazdı bedeni? Bige, incecik hasta önlüğü içinde sadece üşümüyordu, aynı zamanda korkuyordu da. Neyse ki narkoz etkisini göstermeye başlamış, gözleri kapanmıştı. Maskeli ve boneli yabancı bakışlar altında tedirgin bir teslimiyetle karanlığa gömüldü.

Yapmayın, bırakın kalsınlar, almayın onları benden. Uyuşuk mu desem, yok yok kaşınıyor sanki. Gergin, çok gergin, yok mu bunun bir ilacı? Bir fotoğraf geldi aklıma, siyah-beyaz. Küçük kız bana bakıyor. Ne diye sırıtıyor ki? Ah bak, şimdi de ağlamaya başladı. Adet olunca yediği tokat mı geldi aklına yoksa? Anne, çok kan var, ölecek miyim? Sus kız ne ölmesi, kadın oldun kadın! Lan Birkan! Sen de sünnet oldun ama, ne gülüyon şimdi bana mal mal! Elindeki gofreti döke saça yiyor, bende de ne iştah kaldı ne bir şey. 

Ne kadar zaman geçmiş fark etmedi, gözlerini araladığında diğerine göre oldukça küçük ve yine oldukça aydınlık bir odadaydı. Yalnızdı. Her zamanki gibi. Birkaç dakika sonra sedyeyle hastane odasına alırlarken, kendi ellerini sıkıyordu Bige, her şey eskisi gibi olmayacak, biliyordu. Meme kanseri teşhisi konulduğunda milyon tane karmaşık duygu yaşamıştı. En çok da bilinmezlik. Onların tamamen alınmasının ne hissettireceğine dair hiç fikri yoktu. İşte şimdi tam da o noktadaydı, eksik bir bedende hiç de umut vaat etmeyen bir hayata açıyordu gözlerini.

Odada onu Ceyda bekliyordu. İşten izin almış olmalıydı. Buna şaşırmadı Bige. Ne de olsa 35 yıldır tüm şartlar altında birbirlerinin yanında olmuşlardı. Çok severdi Ceydayı Bige. Ama bugün annesi de yanında olsun istemişti, kimseye itiraf edemese de. Yine de haber vermemişti onlara. Hiçbir şey anlatmamıştı.

Ah be kızım, dedi Ceyda. Anlamıyorum neden annene haber vermedin. Bu ameliyatla kalmayacak ki, daha tedavisi var; ağrısı, bulantısı derken, yapayalnız nasıl idare edeceksin? Ben hep yanındayım tamam, hastanede kaldığın kadar kalırım da. Hatta evde de desteğim sana. Ama anne de başka be canım ya”

Sen onları bilmiyorsun Ceyda. Kurulu düzenlerini, o mutlu aile tablolarını bozup da bana bakmaya mı gelecek sanki annem? Birkan’ın şımarık çocuklarına baksın anca o. Hanım gelini gezmelerde takılarını takıştırıp boy gösterirken, tonton babaannecilik oynasın.” Derken Bige derin düşüncelere dalıverdi.

Nankörsün” demişti birinde anası ona. Okuttuk ettik, sıra sıra koca adayları da bekliyor burda, ne diye İstanbullarda sürtüyorsun hala? Gel kır dizini de, anana babana hayırlı evlat ol. Kız dediğin, söz dinler azcık.” Annesi bilmiyordu ki, kızına böyle konuşurken onun hayallerini çöpe fırlatmasını istiyordu. Hayalleri de öyle atla deve değildi. Zorluklarla da olsa kendi seçtiği hayatı yaşamak, kendi sevip aşık olmak ve evlenmek istiyordu. Sevmişti de, ona tapan bir çocuğu. İşi yoktu çocuğun o aralar, anne tarafı da doğuluymuş dediler. “İmkanı yok vermeyiz seni o hıyara” dedi Birkan, o da abi kesildi o zaman birdenbire. Ne oluyordu sanki ona! sen kendine bak, 45 yaşında hala doğduğun apartmanda ananın yaptığı mercimek çorbasını höpürdeterek içiyorsun! ” Neymiş, küçük de olsa erkek kardeşe hürmet edilecekmiş. Yok öyle yağma” diyemese de Bige, o gece karar vermişti. Kocaya kaçmayacaktı da, İstanbula temelli yerleşmeye gidecekti. Kendini geçindirecek, ailesine muhtaç olmayacaktı. Öyle de yaptı, kimselere muhtaç olmadan 47 yaşına da geldi. Ama yalnız başına. Ne doğru dürüst bir ilişkisi olabildi, ne de Ceydadan başka bir arkadaşı.

Hastaneden çıkacağı gün doktoru son kontroller için bir psikolog ile beraber yanına gelmişti. Tedavi sürecinden bahsettiler. Bağışıklığını güçlü tutması için nelere dikkat etmesi gerektiğini, sevdiklerinden yardım almasının önemini bir bir anlattılar. Olumlu düşünün sadece, en önemli ve en değerli sizsiniz, dediler. Onlar gittikten sonra Bige, hastane odasının kapısının arkasına monte edilmiş boy aynasında kendine baktı. Eve gitmek üzere normal giysilerini giymişti, sütyene bile ihtiyaç duymadan. Zamanı cömertçe kullandı, uzun uzun baktı bu eksik kadına. Tam o anda kapı aralandı yavaşça. Kapıyı açan titrek eller annesinindi. 

 

 

Pınar Koçak Saraçoğlu

25 Şubat 2022 Cuma saat 18:30

Öykü Atölyesi – Nil Devletoğlu ile 4. Hafta


 

26 Ağustos 2018 Pazar

Orman Yürüyüşü

Tatilin son günü Ormanla vedalaşmaya çıktım bu sabah. Kurban bayramı tatili boyunca her sabah yürüyüş yapıyordum kendi başıma ormanda. Kulağımda kulaklık; kimi zaman bir güzel müzik, kimi zaman da Youtube'dan ilham verici bir konuşma dinleyerek yürüyordum. Yürüyüşümden sonra hem sağlık, hem huzur, hem de motivasyon dolu bir şekilde eve dönüyor ve güne oldukça yüksek bir seviyeden başlıyordum, kendimce.

Bu sabah da Kalben'le açılış yaptım. Bu aralar pek bir seviyorum kendisini. Her şarkısı sürprizli; kah yüzümü güldürüyor seçtiği olağandışı sözcüklerle, kah hüzünlendiriyor anlattığı öykülerle. Ateşböcekleri, Ben Her Zaman Sana Aşıktım falan filan derken orman yoluna girdim. 

Derken, ne olduysa oldu. Aniden kulaklıkları çıkardım ve doğanın seslerini duymaya açtım kendimi. Sanırım kulaklığa vızıldayan bir arıydı beni cezbeden. Ormanda yürümeyi denizin altında dalmaya benzettim birden. üç yıl kadar önce kısacık bir tüplü dalma deneyimim olmuştu. Yakın bir zamanda da yeniden yapmayı düşünmüyorum. Denizin altındayken, dış dünya benden kopmuştu. Herşeyi birkaç dakikalığına da olsa unutmuş, sadece su dünyasını seyre dalmştım. Dikkatimi dağıtabilecek çok az uyaran vardı. Ses olarak da nerdeyse sadece nefesimi duyabiliyordum. İşte, ormanda yürümek de biraz buna benziyordu. Etrafta her gün görmeye alışık olduğum nesneler veya kimseler yok. Sesler farklı. Yine nefesimin sesi bana en yakın ses, tabii bir de ayak seslerim. Çakıllarda kıtır kıtır sesler çıkararak ilerlediğimi farkettiğimde bunun aslında nasıl da terapi gibi olduğunu da hissettim. Kıtırtılar, sanki birşeyleri eziyor, kırıyor hissi, çocukça bir neşe verdi bana. Hmm sonra düşündüm, de ben Dünya'dayım diye haykırmanın bir yoluydu sanki bu kıtırtılar. Belki de çocuklar da kıtırdatmayı bundan seviyordur, kim bilir. 

Gözlerimi yoldan ayırdım birkaç dakika sonra. Çıkarıverdim tepemdeki siperli şapkayı. Ormanın derinliklerinde yeni yeni dağılmakta olan sisi farkettim. Güneş sisin ardından çıkmaya çabalıyor, ışık hüzmeleri süzüle süzüle ağaç dallarına ulaşıyor, oradan da bana göz kırpıyorlardı. Kuş seslerini birbirinden ayırmaya çalıştım. Ne zor birşeymiş meğerse bu. Sanki ağaç dallarının derinliklerinde bir kuş yuvasında karnı acıkmış bebekler annelerine ağlıyor gibiydi. Kanat çırparak öten bir küçük kuş gördüm. Acaba o da beni görüyor muydu yukarı maviliklerden? Gözlerim asıl dün yanıbaşımızda geceleyen leylekleri aradı ama çok erkenden yola çıkmış gitmişlerdi bile güneye doğru. Sincap sesleri geliyordu sonra, kavga gürültüyle oyun oynayan sincapların sesleri. Arıların sesleri evlerin bahçelerinden geliyordu. En güzel arı sesi uzaktan gelen arıların sesidir diyerekten yürümeye devam ettim hızlı adımlarla. 

Bayramdan önce, içi muhtelif koyun ve keçilerle dolu olan portatif ağılı farkettim. Farketmemek ne mümkün. Sadece birkaç gün önce başka dünyalara göçmüş hayvanların çeşitli kesif kokuları uzak mesafelere bile ulaşıyordu. Şimdi yerleri ne boş kalmış. Bayram da böylece olmuş bitmiş. Yemişiz içmişiz, geride birşey kalmamış diye düşündürdü beni.

Yolun kenarında bir ağaç beni çağırdı adeta, kabukları kurumuş, araları yarılmış, içinden özü akıp donmuş ağaca usulca yaklaştım. İzin isteyip onu bir güzel kucakladım. Hep derler ya ağaca sarılmak iyi gelir diye. Hayatımda belki üçüncü kez bir ağaca sarıldım, biraz da ürkerek. Acaba içinde karıncalar var mıdır, ya da başka böcekler. Kabuklar saçlarımı karışıtırır mı diye akın eden düşünceleri boşvererek gözlerimi kapadım. O an sadece dinginlik hissettim ağacın kaskatı gövdesinde. Dokunduğumda göründüğünden de kupkuru olan yaşını kestiremediğim bu ağaç bana tek bir his vermişti. Dinginlik. Doğanın güvenli kollarında huzur buldum. O an anladım ki aslında ağaca sarılan ben değildim, beni kucaklayan o ağaçtı. 

İşte, hayat bazen böyle yanılsamalar yaşatıyor bize. İç içe geçmişiz biz ve dünyamız, yarattığımız dünyamız. Doğa sarıp sarmalıyor, duyularımızın her birine özenle hitap ediyor, kendi özel diliyle konuşuyor bize ve şehirde unuttuğumuz özümüzü anımsatıyor ufak ufak. Şapkasını, güneş gözlüğünü, kulaklıkları çıkarıp; dokularını hissetmeyi isteyenler için hazır ve nazır çalışıyor doğa. .

Benim canım doğam :)


ağaçların arasındaki beyazlıklar geceyi bizimle geçiren leylek misafirlerimiz




işte bahsettiğim geçici bayram ağılı


25 Ağustos 2018 Cumartesi

Kaza - kısacık bir öykü


Her sabah olduğu gibi o sabah da Kerem direksiyon başında en iyi dostuyla konuşuyordu. Tanışalı tam beş yıl olmuştu, Alfa Romeo marka arabasıyla. Yıllarca biriktirdiği parası yetmeyip bir de kredi almıştı bankadan. On beş yaşından beri hayalini kurduğu o araba nihayet onun olmuştu.

O sabah yollar oldukça kalabalık ve sürücüler gergindi. Trafiğin tam açıldığı Nilüfer sokağının köşesinden hızlı bir araç Kerem’in önüne çıktı. Kerem hızlı değildi ve kolayca durabildi. Ancak diğer araç sürücüsü frene ne kadar köklese de Kerem’in arabasına vurmadan duramadı.

Kerem neye uğradığını şaşırmıştı. Bir hışımla arabadan fırladı ve arabanın hasar görmüş olan sağ ön çamurluğa koştu. Başka hiçbir şeyi gözü görmüyordu, Dünya durmuştu onun için. Henüz, karşı tarafın sürücüsüne sinirlenmeye bile fırsatı olmamıştı. Hasarın maddi büyüklüğünü gördükten sonra ancak dönüp de suçluyu aradı gözleri. Bir saniye içinde beyni öyle hızlı çalıştı ki, hatalı sürücüye söyleyecekleri kafasında hazırdı. “Bu sokakta bu kadar hızlı gidilir mi be adam! Hadi hızlısın, bari kavşaklarda bir yavaşla da sağına soluna bak! Ben bu arabayı ne şartlarla aldım sen biliyor musun? Masrafları sen karşılasan bile benim gözümün nuru arabamın değerinden gitti bugün. Ben onu kuşlar kirletmesin diye ağaçların altına bile park etmezken sen nasıl serseri bir mayın gibi umarsızca sokaklarda gezersin. Senin için kendi araban üç kuruş etmeyebilir, ama bu araba benim her şeyim, lanet olası herif.” diye az sonra söyleyeceklerini düşünüp bilenirken… Birden bire onu gördü. Sessizce orada öylece duran ve sanki şoka girmiş gibi konuşmayan o kızı gördü ve işte o an Kerem de birkaç saniye için dondu kaldı. Ona çarpan arabanın şoförü aylardır muhtelif yerlerde rastladığı, çok beğendiği ve hatta zamanla aşık olduğu o güzel kızmış meğer.

Aylardır Kerem'in bu kızda dikkatini en çok çeken şey asla acelesi olmazmış gibi sakince yolda yürümesiydi. Bir de, rahat kıyafetleri kendine ne kadar da yakıştırdığını fark etmişti. Hafif bir makyajın bile yeterli olduğu o pamuk tenine dokunduğunu hayal ederdi. Ellerini ovalayıp üşüdüğü belli olduğunda uzaktan, ona sarılıp ısıtmak isterdi Kerem. Aylardır onu düşünüyor, onunla nasıl tanışabileceğine dair kafasından senaryolar yazıyor ama asla bunların hiçbirini gerçekleştirecek cesareti kendinde bulamıyordu. Kerem bu senaryoları düşünüp dururken, bugünkü kazanın hikâyesi yazılmıştı demek. O, tanışmalarının romantik filmlere taş çıkartacak bir sahneyle olmasını hayal ederken belki de daha dikkatli olmalıydı. Ama şimdi her şey önemini kaybetmişti, sadece o lacivert kazaklı ve kot pantolonlu kız vardı gerçek olan. Tam karşısında ürkekçe ona bakıyordu ve kaza mağduru olduğunu düşündüğü genç adamın ona az sonra neler söyleyeceğini tedirginlikle bekliyor gibiydi.

22 Ağustos 2018 Çarşamba

Banu'nun Yolu - Hikaye


Banu’nun yeni yolu
Taksinin radyosunda Rafet El Roman’ın eski bir ayrılık şarkısı çalıyordu. Oldubitti, hüzünlü şarkıları hiç sevmezdi Banu. Ama bu gün sesini çıkarmadan dinlemeye karar verdi. Gözlerini aynadaki taksi şoförüne değdirmeden dışarı bakıyor, az önce evde bıraktığı sevgilisinin her zaman bindiği araçlardan biri olabileceği için yine dikkatli olmaya gayret ediyordu. Ağlamıyor, sadece elleri son hız titriyordu. İçindeki yağmur bulutları nem topluyor olmalıydı ve az sonra evinin kapısından girince fırtına kopacaktı. Ona, erkeğine, son bir kez bakmasının üzerinden daha on dakika bile geçmemişti. Bir gün her şeyin biteceğinden ölüm kadar korkan Banu, nasıl olduysa son noktayı kendisi koymuştu. Oysa, aynı günün akşamüstü adam onu arayıp da yanına çağırdığında, nasıl da bir sevinç kaplamıştı içini.
Bu hafta üçüncü kez aramıştı onu adam. Çağırmıştı evine. Yoksa garsoniyer mi demeliydi oraya Banu. Adama ne zaman dile getirse bu durumdan rahatsızlık duyduğunu, böyle kapılar ardında sevişmek zorunda olmaktan yorulduğunu, adam onu bir uzun öpücükle susturuverirdi. Oysa nasıl büyük bir coşkuyla tam sekiz yıldır seviyordu adamı. Ona tapıyor, tüm çıplaklığıyla onu olduğu gibi kabul ediyordu. Daha önce başkalarına defalarca aşık olduğunu sanmasına rağmen, bu kez hissettiği bambaşka bir duyguydu. Kalbi adeta onun bedeninde atıyor, onun yanındayken kendini unutuyordu. Onun koynundayken tek hissedebildiği şey sonsuz bir mutluluktu, artık düşünemeyip sadece gülümseyebildiğiydi. Zaten, düşünebilseydi, bu adamın yanında ne işi vardı ki. Evli ve çocuklu, kendinden on sekiz yaş büyük ve çok farklı bir hayatın içinden gelen bu adamla hiç bir ortak yanları yok gibiydi.

O gece adam kadını istiyordu, çağırmıştı gel diye. Kadın birden heyecanlanmıştı. Sanki padişah, cariyeleri arasından kendini seçmiş gibi sevindi. Hazırlanmaya başladı. Onun en sevdiği iç çamaşırlarını giydi önce, her yerine en sevdiği parfümü sıktı. Elbise mi pantolon mu giymeliydi. Bu aralar birazcık göbeği çıkmıştı, o yüzden göğüs dekolteli bir elbise giymeye karar verdi. Dikkati başka yere çekmeliydi. Ne de olsa sevgilisi fazla kilodan hiç ama hiç hoşlanmazdı. Makyajını gözlere vurgu yaparak tamamladı. Çok boyalı suratları sevmezdi adam. Hele ruju hiç sevmezdi; yapaylığını ve en çok da tadını sevmezdi. Dudağını bomboş bırakıp son kez aynaya baktığında, makyajı eksik geldi ona. Renksizdi de. Hâlbuki Banu ne çok severdi göz kapaklarına fosforlu farlar sürmeyi, dudaklarına fuşya rengi ruju iyice yedirmeyi, hatta belki dudak kalemi bile sürmeyi. Ruhu capcanlıydı eskiden, içten dıştan cazibeli hoş bir kadındı. Kendine aynada baktığında hayran olurdu. Ucuz mağazaları dolaşır, en renkli ve en frapan giysileri denerdi. Ama sekiz yıldır, bu farklı sınıftan gelen aşkına kendini beğendirmek için değişmiş, toparlanmış, temizlenmişti. Makyajını temizlemişti, yüzünü çıkarmış ve başka bir yüz takmıştı. İşte aynaya o gece son kez bakıp da siyah elbise içinde soluk duran yüzü gördüğünde, eski aşkını yani kendini teslim etmek üzere olduğunu fark etti.

Aynaya uzun uzun baktı, topladığı saçlarını çözdü önce, omuzlarına düştü boyasız saçların kıvrımları. Üzerine asimetrik omuzlu yeşil elbisesini giydi, gözlerine de aynı tonlarda farlarını sürdü sonra. Makyajını tamamlayıp aynaya yine baktığında, işte şimdi ben oldum dedi. Ama bu şekilde onun yanına giderse erkeği ona nasıl bakardı ki. “Ya beğenmezse beni” diye düşündü. “Beğenmediği için beni terk ederse ve bir ruj uğruna bu koca aşkı yitirirsem ya… bir yeşil elbise ve bir ruj uğruna…”

O gece, uzun zamandır ilk kez kendi gibi olmak istemişti. Kendine olan aşkını adeta sevgilisi aracılığıyla tüm dünyaya haykırmaktı niyeti, bedeli ne olursa olsun. Adamın onu beğenmeyeceğini belki de bile bile en sevdiği yeşil elbisesini giymişti. Saçlarını adamın pek de uygun bulmayacağını hissederekten açıvermişti, öylesine dağınık ve doğal bırakmıştı. Usta parmaklarıyla gözlerine en yakışan makyajını yapmış, ruju da ihmal etmemişti. Biliyordu, adamın onu bu şekilde hayal etmediğini. Kapı açılıp da karşı karşıya dikildiklerinde, adam onu küçümseyen gözlerle baştan aşağı süzdü ve “Bu ne hal?” dedi önce. Kadın, “bu ben hali” diye düşündü, oysa ağzından kelimeler çıkmıyor, sadece duruyordu, adamınki gerçek bir soru değildi zaten. Adam devam etti tiksinerek bakan gözlerle, “Böyle görünmeni istemediğimi biliyorsun, lütfen çabuk gidip üstüne doğru dürüst bir şeyler giy de karşıma öyle çık”.

İşte, ne olduysa o zaman oldu ve Banu ondan gitmek istediğini anladı. Buraya ait olmadığını, bu adamın hayatında kendinden iyice uzaklaştığını o an fark etti. Daha önceleri hep adamın onu terk etmesinden korkan kadın, bir an tereddüt bile etmeden, “Ben gidiyorum ve bir daha da gelmeyeceğim” diyiverdi. Henüz antredelerdi, çantası bile omzundaydı. Öylece arkasını dönüp bu anılar evinin kapısından çıkıverdi. Asansör bekleyip de onunla birkaç dakika daha geçirmeye yüreği dayanamazdı, merdivenleri sakin ama hızlı adımlarla indi. Duygusala bağlamamalıydı. En azından adamın hakimiyet sınırları içinde olmamalıydı bu. Taksi de buna dahildi. Ve o yüzden tuttu kendini, sımsıkı tuttu gözyaşlarını ve haykırışlarını. Sımsıkı tuttu kendini, hayatına sarıldı sonra sımsıkı. Kucakladı kendini, çünkü buna ihtiyacı vardı o an ve her an.

15 Ağustos 2018 Çarşamba

Karşılaşma - İkinci öykü denemesi


-Karşılaşma-

Fırlatıp attı boks eldivenlerini bir hışımla, yerde duran ayakkabılarının yanına. Yenilmişti. Rakibine son rauntta çok aptalca bir hatayla yenilmişti. Alışamadı gitti yenilgilere. Asla kabul edemezdi kaybetmeyi. Her profesyonel sporcu gibi o da içi hırs dolu çıkardı her karşılaşmaya. Yıllarca antrenman yaparak adalelerinden çok kalp kaslarını güçlendirmiş olmalıydı ki böyle bir yürek taşıyordu. Ringe çıktığında hocalarının bıkmadan usanmadan aşılamış olduğu yılmazlık duygusu ağır basardı hep. 

Ama bu kez her zamankinden daha da hırslıydı karşılaşmadan önce. Sabah erkenden biraz moral almak için sevdiği kızın kapısına gittiğinde asıl yumruk darbesini, belki de müsabakadan saatler önce peşinen o zaman yemişti işte. Ayla onu bırakmıştı. Umudunu kes artık diyordu. Güvenme bana. Ben Orhan’ı seviyorum. Senden daha iyi dövüştüğü için değil, senden daha yakışıklı olduğu için değil, sadece sevdiğim için seviyorum diye açıklamıştı ona Ayla tüm naifliğiyle. 

Doğduğundan beri aynı mahallede Ayla’ların evinin bir sokak yukarısında yaşardı Suat. Babası eski bir boksördü. Son ciddi sakatlanmasının ardından sporu tamamen bırakıp bir türlü toparlanamamıştı. Suat onun yenilgisini görmüş ve kendi kendine yemin etmişti, ben babamın eğik duran başını kaldıracağım diye.

O gün karşılaşmadan hemen önce spor salonunun soyunma odasında aynı zamanda antrenörü olan babası ona son taktiklerini vermişti. O ise hocasının dediklerini duymamıştı bile. Henüz 17 yaşındaydı ama yedi yaşında güçlü bir çocuk olduğunu ispat ettiğinden beri babasıyla boks karşılaşmalarına geldiği için ortam havasını solumaya alışıktı. Kendini buralara ait hissederdi aslında. Ama o gün başka bir haldeydi. Burnu tanıdık bir koku aradı. Soyunma odası rutubet kokuyordu. Bu koku ona çocukken mahallelerinde arkadaşlarıyla izinsiz girdikleri o terk edilmiş konağın bodrumunu hatırlattı. O gün de bugün gibi korkmuştu. Elleri titremişti. Ama bugün korktuğunu itiraf etmek ne kelime, tam tersi içi öfkeyle dolu olduğundan diğer her his kör olmuştu. Asıl korktuğu şey, Ayla’nın onu gerçekten terk etmesi ve mahalledeki arkadaşlarının onunla dalga geçmesiydi.

Anonslar yapıldı ve boksörler ringe davet edildi. Suat kendi köşesinde yerini aldı. Ringin en yakınında babasını görebiliyordu. Salon simsiyah, ışık tek bir yerden geliyor ve toz uçuşları bu ışığın yolu boyunca ringe uzanıyordu. Alkış sesleri yükseliyordu. Belli ki kalabalık bir izleyici grubu vardı. Kimisi Suat diye haykırıyordu, acaba içlerinde Ayla var mıydı bunu hiç bilemezdi ki. Seyircilerin bazısı da Orhan diye alkış tutmuştu. Yoksa Ayla Orhan’ı mı alkışlıyordu. Orhan da yerini aldı tam Suat’ın karşı köşesinde. Uzun ve sert birer bakış attılar birbirlerine. Tam o anda, eğer bu, gözlerle yapılan bir boks maçı olsaydı, kesin Suat kazanırdı. 

Karşılaşma baştan sona kadar Orhan’nın hem stratejik hem güçlü darbelerinin üstünlüğünde geçti. Karnına yediği yumruk darbeleri sırasında Suat’ın tek düşünebildiği şey Ayla’nın Sokak kapısını yavaşça yüzüne kapatışıydı. Haksızlıktı bu oysa. Onca yıl bu aşka emek vermişti, Ayla’yı mutlu edebilmek için gereken her şeyi yapmıştı.

Babasına baktı bir an, özür diler gibiydi peşinen. Duygularına yenilmek üzereydi çünkü. Rakibinin darbelerinden değildi kaybettiği sayılar, kendini maça verememesindendi. Orada değildi sanki. Oraya ait değildi belki de ilk defa. Ayla’nın son vuruşuyla sabah abandane olmuştu bir kere, bundan sonra ne düşünebilirdi, ne vurabilirdi, ne de kendini savunabilirdi. Ne için yapacaktı ki bunları? Teslim etti kendini rakibi Orhan’ın yumruklarına. Babası büyük bir hayal kırıklığıyla oğluna bakıyordu. Yılmadan, "haydi Suat kalk ayağı" diye haykırıyordu. Ama nafile. Suat Orhan’a yenildiğini baştan kabul etmişti bir kere. Herşey bitmişti. Hayatının bir dönemi kapanıyordu sanki. Maç bitti. Yenilmişti. Hakemin zoruyla el sıkıştılar. Ve ringden ağrılarla indi Suat. İçlerinde en çok hissettiği kalp ağrısıydı oysa. Babası ona döndü ve dedi ki “maça çıkan Suat olsaydı kazanırdık, fakat orada dövüşen Suat değil, başarısızlığı baştan kabullenmiş, korkak küçük bir çocuktu” dedi. Ayla’yı, başlamadan biten aşkını, karanlık rutubet kokan bodrumu düşündü Suat. Babası haklıydı galiba.

5 Ağustos 2018 Pazar

bir öykü denemesi..


Son sürat iskeleye doğru pedal çevirirken tek düşünebildiği şey artık bu vapura da vaktinde yetişemezse dedesinin gerçekten çok sinirleneceğiydi. Sabah en erken vapuru kaçırıp dedesini mahçup mahçup aradığında zaten ufak bir azar işitmişti. Hızla ilerlerken iskelede durmakta olan vapuru gördü. Pedallara iyice yüklendi ve nihayet iskeleye vapurun kalkmasına dakikalar kala vardı. Kalabalığın en sonuna ulaştığında artık bisikletinden indi ve yürümeye başladı. Ona bakmakta olan gözler, güzel kızlar bile olsa, umurunda değildi. O sadece dedesine odaklanmıştı. Hiç böyle özellikle arayıp da çağırdığı olmamıştı uzun süredir. Acaba bayramdan beridir onu hiç aramadığı için içerlemiş olabilir miydi aksi yaşlı adam. Ya da derslerine elinden geldikçe çalışıyor olmasına rağmen son vizelerde pek başarılı olamadığını annesinden duymuş olabilir miydi. Dedesi eski toprak bir beyefendi, zamanın çalışkan Karaköy tüccarlarından Fethi bey, torunlarından en çok Yiğit’le konuşurken hiç lafını esirgemezdi zaten. 

Yiğit, vapurda bisikletini yerleştirebileceği çıkışa en yakın noktaya konuşlandı. Dalgın dalgın manzaraya baktı. Dedesinin olası malumatları hakkında ipuçları arıyordu. Yazın ona dükkanda zorunlu bir mesai yaptırma ihtimali çok güçlüydü. Hep böyle yapardı zaten, Yiğit’in ne istediğini hiç önemsemeden onun hakkında kararlar verirdi. Lisedeyken ondan habersiz Yiğit için Almanya’da bir yaz okulu ayarlamış ve Yiğit de hayatının en despot yaz tatilini burada geçirmişti. Alman ekolünden olan dedesi en çok disiplini severdi, özellikle de gençlerde. Yiğit aslında akranlarına göre oldukça çalışkan ve sorumluluk sahibi bir delikanlı olmasına rağmen dedesine bir türlü yaranamazdı. Haliyle dedesinden çok çekinen Yiğit, yol boyunca düşünüp durdu ve içi karardıkça karardı. 

Vapur Büyükada’ya vardı. Yolcular arasında en isteksiz ama en hızlı adımlar Yiğit’inkilerdi. İskeleden çıkıp yokuş yukarı dedesinin evine doğru pedal çevirdi. Yokuşta yavaşlıyor ve bacakları artık hiç gitmek istemiyordu. Yine neler olacaktı kim bilir. Saygısını korumalı ve ne olursa olsun cevap vermemeliydi dedesine. Nihayet o eski evin kapısına vardı. Bisikletini yanaştırıp kapıyı çaldı. Kapıyı yaşlı adam açtı, yine yüzünde her zamanki sert ifadesi vardı. Verandadaki koltuklara oturdular. Adam her zamanki gibi uzatmadan konuya girecek gibi görünüyordu. Cebinde bir şey aradı ve elini kapalı tutarak Yiğit’e doğru uzattı. “Al bakalım şu anahtarı” dedi. “Bundan sonra hep hayran olduğun kırmızı Mustang senin. Ben Ada’da olduğum sürece arabaya ihtiyacım yok. Geldiğimde de artık bir zahmet şoförlüğümü yaparsın ”. Yiğit inanamıyordu. Çocukluğundan bu yana o Mustang'in direksiyonuna geçme hayalleri kurardı ve işte meğer bunun için dedesi onu çağırmıştı yanına. Dönüş yolunda yokuşu adeta uçarak indi ve vapurda İstanbul'a dönerken gerçekleşmesi pek yakın hayallere daldı.