Translate

30 Ocak 2013 Çarşamba

Bebekle Öğrendiklerim 5 - Muhteşem Varlık

Bebeğim, benim minik oğlum, büyüyor, öğreniyor, gelişiyor..
Bu sabah erken saatlerde, ev sessiz sakin ve Mert enerji doluyken onu etrafı yastıklarla sarılı halde yere oturttum, önüne sevdiği bir oyuncağı verdim. Ben de karşısındaki koltuğa oturup onu izlemeye başladım. Oyuncağı ilk önce ağzına götürüp sonra iki eliyle evire çevire inceleyişi, sonra tekrar ağzına götürüşü, yüzünde beliren muhtelif ifadeler.. Belki biraz "yok, bunun tadını beğenmedim" ya da "hımm, bu renkli şey ne kadar yumuşak görünüyor, oysa ki çok sertmiş" türünden tepkiler.

Bu halleri komik olduğu kadar çok da anlamlıydı. Bir çeşit gurur hissi uyandı önce içimde. Aferin benim oğluma, ellerini ne güzel kullanıyor, parmaklarıyla oyuncağı istediği yöne çevirebiliyor, hatta bazen bilinçli olarak oyuncağın düğmesine basıp müzik çaldırabiliyor. Daha dün gibi hatırlıyorum, sadece birkaç ay önce oyuncakları karşısında tutup ellerini uzatsın diye beklediğimi, ama uzun bakışlar dışında fiziksel hiç bir tepki almadığımı. Kısa zamanda ne güzel öğrendi bu hareketleri, aferin ona, diyorum, içimden yükselen bir gururla ve dimdik duruyor bedenim bu duyguyla. Ne de olsa o benim oğlum, herşeyi ona ben ve babası öğretiyoruz, yani o zaman mantık işlemine göre onun yaptığı herşey bizim eserimiz, elde ettiği her başarı aynı zamanda bizim de başarımız, hatta aslında özünde bizim başarımız.

"Yok öyle yağma," diyor sonra içimdeki başka bir dürtü.

Mert'i izledikçe aslında insan denen o muhteşem varlığın; etrafındaki dünyayı, tüm nesneleri ve maneviyatııyla nasıl da hızlı kavradığını, sonra o dünyaya nasıl da hızlı adapte olduğunu, kendini nasıl da güzel oyalamayı bildiğini ve nasıl da güzel ifade ettiğini görüyorum. Ona böylece hayran oluyorum. Evet, tabiki her çocuk kendine has öğrenme ve uygulama sürecini yaşıyor. Mutlaka bu süreçlerde ailelerin de payı var, ama öyle başarılarına ortak olacak kadar da değil yani.

Yaradılıştan gelen o müthiş içgüdüler, genlerine kodlanan o bilgilerle onlar dünyaya adım attıkları andan itibaren kah gözleriyle bakarak, kah burunlarıyla koklayarak, kah elleriyle / ayaklarıyla dokunarak ve başlarda özellikle ağızlarıyla yoklarayak öğreniyorlar. Sonra iki ve üç boyutlu nesneleri ayırt ediyorlar. Resimleri önce avuçlamaya çalışıyor, sonra olmadığını anlıyor mesela. Kendilerine özgü yöntemleriyle harika bir doğal öğrenme sürecinden geçiyorlar ve sonra da bu bilgileri anında kullanıyorlar, bizi de şaşırtarak. Gariban aileler de bütün bu "numaraları" kendilerine pay biçerek gururla etraflarına gösteriyorlar. Hatta bizim de yaptığımız gibi, videoya kaydedip herkesle paylaşıyorlar. Bu da insani ve hoş bir tepki, çok doğal. Ve bence aileler bunları paylaşmalılar, aile olmanın bir şekli de bu. Başarıyı, mutluluğu, gelişmeyi paylaşmak harika bir şey.

Benim naçizane vurgum ise; bebekleri izlerken onların kendi özlerinde ne kadar da muhteşem varlıklar olduklarını zaman zaman hatırlayıp onlara saygı duymanın önemi. Tabiki bizim parçamızı taşıyan, bizim birer uzantımız olan insan varlıkları olduklarını hatırladığımızda kendimize de yine pay biçmiş oluruz... :)

15 Ocak 2013 Salı

Bebekle Öğrendiklerim 4 - Dönemsellik İlkesi

Bebekli hayatın başından, ve hatta öncesinden beri kafamı kurcalayan bir konu vardı. Sanırım bebek sahibi olan herkesin de benzer soruları vardır, kiminin durumunda ise bu sorular endişe kıvamına uzanır. “Bebeğim acaba buna alışır mı?” sorusu, ya da “bu bebek hep böyle zaten” kanısı. Bebeğim artık altıncı ayını bitirdiğinde ben çok farklı bir noktadan bakıyorum. Evet tabii ki daha önümüzde uzun bir yol var ve bu yolun her durağında yeni deneyimlerle bambaşka bilgiler edineceğim, ama bugüne kadarki tespitlerimi de paylaşmak ve kendime not olarak saklamak çok güzel.

Ben, bebeğin / çocuğun her döneminin kendi içinde değerlendirilmesi ve o dönemin kendine has ihtiyaçları, iletişim şekilleri, dürtüleri olduğunun anne-babalar tarafından kabul edilmesinin iyi olacağına inanıyorum. Tabii ki bebekler de bir insan yavrusu olarak bazı şeylere alışabiliyorlar, ve hatta bunlar bazı olumlu alışkanlıklar da olabiliyor. İlla ki, alıştı mı "aman, sallamaya alıştı” veya “galiba bizimki kucakçı oldu artık, ne yapalım" tarzında negatif yakıştırmalar ilk başta aklımıza gelse de aslında "hava karardı mı uykusu geliyor", "ağzımı açınca gülüyor" gibi durumların da güzel alışkanlıklar olduğu da akıldan çıkarılmamalı bence. Bebeği bir şekilde takdir etmek önemli yani, ve hatta dolaylı olarak kendimizi.

Ben şimdilerde Mert'in, her yeni bitirdiği ay ve bazen ise daha kısa dönemlerde, yeni şeyler denediğine, bazı alışkanlıkları bıraktığına ve yenileri edindiğine tanıklık ediyorum. Bir aralar, sırt üstü uyurdu ve başını hep sağ tarafa çevirirdi. Doktorun "kafası yamuk olacak" uyarısıyla beraber başını sola çevirmeye başladım. "Eyvah," dedim, "Hem de oğlan çocuğu, saçları kısa olacak, kafası düzgün olmalı". Sonra yeni bir dönemde bu kez sola çevirmeye başladı hep. Sonraları yana dönüp uyumaya başladı, artık sırt üstü hiç uyuyamıyor, gözlerini kapatıp tam uykuya dalacakken bir son dokunuşla yana çeviriyordum ve "tık" uyuyuveriyordu. Genellikle de sağa. Sonra bir gün sağa çeviriyorum, çeviriyorum, uyumuyor söylenip duruyordu. İçgüdüsel bir dürtüyle bu kez sola çevirdim, hemencecik uyudu. Sonraları hep sola yan yatıp uyur oldu. Yan yattığı dönemlerde insanlar, “ay yazık kolu altta uyuşacak”, “ay ya döner de rahat nefes alamazsa” gibi endişe dolu uyarılar aldığımda henüz dönemsellik ilkesini idrak edememiş olduğumdan bebeğe yeni uyuma şekilleri öğretmekle uğraştım. Halbuki aslında bu konuda tek karar mercii bebeğin ta kendisi, ben kim oluyorum :) Bugünlerde ise bebeğim, tamamen kendi tercihi olarak yüzükoyun uyumaya başladı, bu pozisyonda rahatlık yakaladı mı daha uzun saatler güzel güzel uyuyabiliyor. Eee armut dibine düşer derler ya, aynen ben de babası da öyle uyumayı severiz doğrusu. Mert'in uyurken tercih ettiği pozisyon doğduğundan beri sık sık değişti, başlarda bebek hep o şekilde uyuyacakmış gibi gelse de sonra öğrendim ki aslında fiziksel becerileri, hatta belki beslenmedeki değişiklikler yatma şeklini de değiştirmesini tetikliyor. En rahat pozisyonu da bebeğin kendisi seçiyor, güzel güzel uyuyor. Şimdilik tek değişmeyen şey ise üç aydır uyurken hep elinin ulaşabileceği bir mesafede tuttuğu uyku arkadaşı yumuşak ayıcık...

Bir de kucakçı oldu diye endişe eder ya insanlar, ben pek umursamadım aslında bunu. Hatta tam olarak anlamadım bile ne olduğunu. Sonuçta, emeklemeyen ve hatta kendisine oynaması için belirli bir alan verilmemiş, ufacık bir yere, büyük çoğunlukla da anakucağı denen son model ekipmana oturtulmuş bir bebeğin mutlu olmayıp kucak istemesi kadar doğal ne olabilir ki diye düşünürdüm. Özellikle de 3 ayını bitirip dünyayı daha bir keşfetme arzusu başladıktan emeklemeye kadarki  dönemde etrafı bundan iyi dolaşma yöntemi düşünemiyorum bile. Düşünsenize, Pera Müzesi'ne gitmiş, üstelik tam da kendine göre bir sergi "Altın Çocuklar" sergisi var, pusetin içinde tersten bakarak nasıl görecek etrafını, merak da ediyor çok, kucak istedi ve sergiyi kucağımızda dolaştı, bir yandan da kendini oyalayaraktan. Bazıları bana "bu oğlan da kucakçı olmuş, annesi" dediklerinde, işte bu sebepten bir çeşit gurur hissi bile uyanıyor içimde. "Evet benim oğlum dünyayı dikey olarak izleyip daha hızlı keşfetmek için, eğlenmek için, insanlarla fiziksel temas kurmak için, bazen oyalanıp sakinleşmek için ve daha bilmediğim birçok başka şey için harika bir yöntem buldu" diye geçiriyorum içimden, hatta bazen güzellikle ifade bile ediyorum bu hissimi. Çünkü ben biliyorum ki bu da dönemsel bir dürtü. O, bedenini tam da istediği gibi kullanmaya başladığında, evin içinde kendi istediği gibi dolaştığında, bir yandan gezinip bir yandan ellerini kullanabildiğinde, desteksiz oturabildiğinde ne yapsın artık o sıkı sıkı tutan iki kocaman kolu? Özgürlüğünü ilan edip dolaşır durur artık o zaman geldiğinde. Ve ben de büyük bir keyifle onu izleyip yeni yazacağım konuyu düşünürüm.

Son olarak kısaca bir de emzirme/emme olayımızı buna paralel olarak değerlendirmek istiyorum. Bebek ilk dört buçuk ay güzel güzel emiyordu, ben de keyifle emziriyordum. Sona doğru azalan bir keyifle demek daha dürüstçe olur. İlk muayenede Mert’in doktoru, “bebek böyle emmeye, süt de böyle gelmeye başladı mı düşünmeyin, hep böyle devam eder” demişti, şimdiki aklımla olaya bakınca olumlu da olsa bu da yine bir şartlanma… Sonraları, her ne sebeptense artık, bebekte emme isteği azalmaya başladı. Bir yandan da doymadığı için biberonla mama içmeye başlamıştı. “Biberona alıştı, artık memeyi emmez” dediler bu kez de. Evet tabii ki, aç olduğunda emdikçe istikrarlı olarak gelen bir süt var biberonda. Memede ise biraz daha emek ve sabır gerek. Ama biberonun da veremediği şey, bir sıcaklık ve güven hissi ile beraber farklı bir haz olmalı. Son bir buçuk aylık dönemde, oğlum anne sütünü alabildiği kadar alsın diye kelimenin tam anlamıyla çırpındım durdum. Pompa yaptım, biberonla verdim; uykudan tam yeni uyandığı mayışık anlarını yakalayıp gözlerini memede açsın, ne olduğunu anlayamadan biraz emsin diye adeta pusuda bekledim. Bir yandan da sistematik olarak "süt yapıcı" besinlerden bolca yedim içtim. Doğrudan emzirdiğim döneme göre çok daha fazla yoruldum ve bebeği ev gezmesi dışında pek bir yere de götüremedim. Derken altıncı ayımız doldu ve girdik yepyeni bir döneme..  Çorba, yoğurt, meyve… Ek besinler, yeni lezzetler ve tabii ki bir de kaşık! Anında Mert’te büyük değişiklik: artık memeden emmek istiyor, bazen süt olmasa bile emiyor, emiyor. Annemin teorisiyse son derece ilginç. Şimdi artık farklı lezzetlere ve kaşığa başladı ya, tanıdık ve güvenli bir ortam arıyor, memeye yöneliyor diyor annem. Neden olmasın, zaten bebeğin de öyle bir hali var doğrusu, tam da bıraktığı yerde buluyor, hep aynı sıcaklıkta. Ben bunun biraz da gündüzleri ufak ufak işe gitme denemeleri yapmamla ilgisi olabileceğini de düşünüyorum. Onca zaman yapışık ikizler gibi devamlı beraber olduktan sonra kısa süreli de olsa ayrı kalmak farklı bir şey olsa gerek. Beni özlüyor minik ya, ben de onu ! İşte bu bile dönemsellik ilkesiyle uyum içinde bir deneyim örneği.

Bebek büyüyüp geliştikçe başta ihtiyaçlarına bağlı olmak üzere, tavırları ve alışkanlıkları değişiyor. Bunu fark ettikten sonra ben de bıraktım, izin veriyorum her şeyi denemesine ve kimisine alışkanlık gibi görünen şeyleri yapmasına.

Benim için anne olmanın en eğlenceli yanı bu. Devamlı değişen, gelişen bir varlığa tanıklık etmek, hep sürprizlerle dolu tatlı bir hayat, hep öğretmek/öğrenmek üzerine derin bir deneyim. Tadını çıkarıyorum..

Bu arada, “Dönemsellik İlkesi” kavramını muhasebe terimlerinden duymuşsunuzdur belki. Gün gelip de bu terimi muhasebe kitaplarından araklayıp böyle içerikli bir yazıda kullanacağımı nereden bilebilirdim? Geçmişte sıkıcı gibi görünen o dersler ve stajlar, sonrasında da muhasebecilerle toplantılar… bana neler katmışlar meğer…

10 Ocak 2013 Perşembe

Annem 60 Yaşından Sonra İşkadını Oldu!

Annem, İstanbullu zarif bir anne ile Adanalı çalışkan bir mimar babanın ilk çocuğu olarak İstanbul'da dünyaya gelmişti. Her fırsatta İstanbul'da doğduğu ve çocukluğunda sık sık ziyarete gittiği Ayaspaşa'daki anneannesinin evini anlatmaya bayılırdı. Ben çocukken bana anlattığı Ayaspaşa, Cihangir ve Fındıklı hikayeleri oralar hakkında çok farklı bir görüntü oluşturmuştu zihnimde. Yıllar sonra, ben herhalde ortaokuldayken annemin bir akrabasını Ayaspaşa'daki evinde ziyarete gitmiştik. Annemin anneannesinin bahsi geçen evinin tam karşısındaydı bu akraba. Belediyenin geçirdiği yolun istimlakından nasibini alıp bir de bakımsızlıktan kısmen yıkılmış bu büyük ninemin evini gördüğümde aslında içten içe bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Yanımdaki annem ise çok üzülmüştü bu harabeyi gördüğünde, çaresiz hissetmişti kendini. Anneannem artık hayatta olmadığı için ninemin evini sahiplenmek doğrudan bize düşmezdi sonuçta.

Annem, oldu bitti anlatmayı çok sever çocukluğunu, İstanbul'u ve eskiden yaşamış aile büyüklerini. Mesela dedesinden çok bahseder hep. Gerçek ismi hala muamma olan büyük dedem Yugoslavya'dan gelmiş, büyük ninemi çok beğenmiş, onunla evlenebilmek için Müslüman olmuş. Bu masalsı anılar annemi çok derinden mi etkilemiş, yoksa annem mi bu olayları bu kadar masalsı yorumlamış, tam emin değiilim. Tek emin olduğum şey, annemin geçmişinin duygusal tonlarıyla son derece barışık ve onlara sıkı sıkıya bağlı bir insan oluşu. Bu gerçek masallar ya da masalsı gerçekler ile büyüyen ben de tabii ki annem gibi aile tarihimizle ilgilenen bir çocuk olagelmiştim. Şimdilerde farklı bir olgunluk ve bilinçle yaklaşıyor olsam da aile geçmişimizden gelen duygusal ve yeteneksel bir birikimim olduğundan da hiç kuşkum yok.

Annem, Yugoslav dedesini bana anlatırken bir de onun çok dil bildiğini ve sonunda İstanbul'daki Japon sefaretinde bir iş bulduğunu anlatmıştı. Orada bir ahçı mı yoksa davetlerden sorumlu bir idari görevli mi olduğu tam bilinmemekle beraber, işin ucu eninde sonunda yiyeceklere uzanıyordu. Zaten büyük dedemin eşi olan ninem de zamanında büyük dayımın boğazdan çıkardığı midyeleri tek tek açar doldurur tekrar bağlar pişirir ve leziz midye dolmalar yapmaz mıydı... İşte böyle bir nine ile dedenin torunu olan annemin ailesinde neredeyse herkesin yiyecek, içecek ve özellikle de muhteşem davetler verip misafirleri ağız tadıyla ağırlamakla yakın ilgisi ve merakı vardı. Sonraları eve gelen bazı misafirler ya da arkadaşlar annemin koskocaman davet sofralarını ve hepimizi burnumuzun ucuna kadar besleyip doyurma hevesini görünce kimisi hayran kalır, çoğunluk ise biraz ısrarlardan muzdarip olarak içten içe şikayet ederdi. Ama kimse bugüne kadar annemin bu merakını ve birikimini düşünmemişti, belki kendi bile fark etmemiş; bir aşevi hızıyla pişirip, dağıtıp, yedirip, beslemekle geçirmişti, ömrünün 60 yaşına kadar olan dönemini.

2012 ile beraber ailemizde taşlar önce hafif hafif, sonra da daha güçlü bir şekilde yerinden oynadığında ve yeniden yerleşmeye başladığında hepimiz birden kendimizi çok yeni bir girişimin ortasında bulduk. Ben de aslında eşimle verdiğimiz ortak karar sonucu Adana'ya gelmiştim ama ailemin bu girişiminde önemli bir rol oynamayı sadece bir sorumluluk değil, aynı zamanda da bir misyon gibi hissediyordum. Ailemizden gelen, hatta baba tarafım da dahil olmak üzere, tüm geçmişimizden gelen yemek pişirip paylaşma arzusunun daha da geniş kitlelere ulaşması misyonu. Bu misyonun da ardında gerçek ne amaç varsa, artık orası bende saklı kalsın...

Annem, üniversiteli bir evhanımı ve tam-zamanlı bir anne olarak ömrünün kırk yılını geçirmişti. Evet, her zaman sosyal olarak çok aktifti. Ama inceleyecek olursak, okulların koruma derneklerinde çalışırken de Adana Şlem Briç Kulübü başkanlığını yaparken de insanlara mutfağının o leziz tatlarını hep sunmuştu, sanki o görevleri de yine pişirip beslemek için almıştı, bilinçli olmayarak.

Şimdilerde ise, annem 60 yaşından sonra artık gerçek bir işkadını. Bu kez, farklı olarak; hem emeklerinin, hem damak tadının, hem becerisinin, hem bilgi ve birikimlerinin, hem de biraz kimya mühendisi olmasının verdiği karışım/uyum öngörüsünün karşılığını almak üzere; mutfağa girip yemek pişiriyor. O çok mutlu, yorgun ve belki hiç alışkın olmadığı tatlı bir stres yaşıyor ama o çok mutlu. Yemeklerini yiyenler de mutlu. Ve bu yeni girişimden bir şekilde etkilenen herkes de çok mutlu. Bu dalga, etki alanını genişletip daha çok insana ulaştıkça neler olacak bilmiyorum.. Topyekün bir değişim hayal edebiliyorum. Bana düşen ise annemin bu yemeklerini ve ikram gücünü paylaşabilmesi için ortam hazırlamak. Ben de bunu seve seve yapmaya niyet ettim bile. Artık ne diyebilirim ki başka? Afiyet olsun, yemeklerinizin tadını çıkarın!



8 Ocak 2013 Salı

Anne Olunca "Ben" Ne Oldum?

Annelik kavramını bir senedir sorguluyorum. Bir sene önce artık hamileliğimin ilk üç ayını tamamlar tamamlamaz, önce içimin derinliklerinden annelik hisleri dış yüzeye doğru çıkmaya başladı ve bununla beraber etrafıma annelik sinyalleri vermeye başladım. Bütün bunlar doğal sürecinde ve ben dokunmadan, akışında gerçekleşti. Müdahale etmedim, tadını çıkardım. Arada bir, peki ya benim hayatım ne olacak diye sorarken kendimi yakaladım, o anlarda da akışa teslim oldum, yine tadını çıkardım, anı yaşadım. Hep çalışmayan anne olacak olmanın verdiği rahatlık vardı içimde, belki de bunu seçerek biraz da kaçmıştım kendimden. "Anne olmak" kavramının arkasına saklanıyordum ve kendim beni orada bulamıyordu. Hamile olduğum sıralar bil fiil aktif olarak çalıştığım kendi işim, büyük girişimim, artık bensiz devam etmeliydi. Hamile olarak ya da bebekli bir kadın olarak sürdürülmesi imkansız olan bir işti. Onu bırakmak fiilen zor gibi görünse de aslında kafada çok kolaydı, ve öyle de oldu. Benim yaptığım aktif işleri yürütecek ve hatta ortaklarımla iletişim sorunlarını benden daha bile iyi çözümleyecek Fatma tam o anda geliverdi. Ben karar vermiştim ya tüm kapılar açılıyor, yollar aydınlanıyordu. Tüm hamilelik boyunca ve hatta bebeğin ilk üç aylık döneminde etrafıma gururla söylüyordum, ben bebeğime kendim bakacağım, evde duracağım. Bir keresinde Mert'in doktoru muayene ederken sordu: "Mert'in annesi çalışacak mı?" diye. Önce tuhaf bir şekile üstüme alınmadım nedense. "Ha ben mi? Yok ben çalışmıyorum, çalışmayacağım da." Kadın "aferin" dercesine bir baktı ve "evet" dedi, "bu bebek için çok önemli". İşte o dönemlerde saklandığım o kuytudan çıkıp tekrar tekrar sorgulamaya başladım, ne yapacağım diye. Bebeğe bakan benden başka kimse yoktu, ve olmasını da istemiyordum zaten. Kontrolcüyüm ya, en iyi ben bakarım kendi bebeğime. Bakıcı istemem, olacaksa ev işlerini yapan birisi olsun, ama bebek sadece benim kontrolümde olsun. Bilinçli ya da bilinçsiz bunu düşünüyordum, ki zaten kendimi bebek bakımı konusunda tüm yardımlara kapamıştım. Annemin süresi dolup döndüğünde hiç yardımcısız öylece kalakalışım da bundandı işte, benim kendimi yardımlara kapatmamdandı. Bunu, aradan taa beş ay geçtikten sonra bugün fark edebildim, eh şükür, bu da birşey !

Bebek dört aylıkken, ben hala ne  yapacağımı sorguluyordum ve o sıralar kendime peşinde koşacak yeni bir hayal bulmuştum. Mimarlık Tarihi yüksek lisans programlarını incelemeye başlamıştım. İş ciddiye binmiş, eski sanat ve mimarlık tarihi ders notlarımı çalışmaya başlamıştım. Kendime bu çevrede tanıdıklar bile edinme yolları bulmuştum. Ales'e girmek üzere kitap da almış ama henüz kitap kargodan bile gelmemişken ben yeniden vazgeçmiştim bu hayalden de... İşte ben bu yeni hayalle coştuğum dönemde kendimi yardıma bir nebze de olsa açmış olamlıyım ki Feride Hanım'la yollarımız kesişmişti. Ona bebeği tam bir güvenle teslim  edecek kadar kontrolü bırakmıştım, bir yandan ev işlerini de. Bu durum bana hoş bir sakinlik hissi vermişti. Tabii, sonrasında Adana'ya taşınma planları oldu ve Feride Hanım'la mecburen yollarımızı üzülerek ayırmak zorunda kaldık. Ama benim anlatmak istediğim, ben hayal kurup da kendimi yardıma açtığım zaman, hem eski işimi bırakırken Fatma'yla tanıştığımda olduğu gibi hem de Feride hanım durumunda yardımlar bana akıyor, karşıma çıkıyordu. R.Şanal'ın Kuantum Olumlama'larında geçtiği gibi tüm ihtiyaç duyduklarım en doğru zamanda karşıma çıkıyor, ben de onları sevgiyle kabul ediyorum. Derken bugüne geldik ve ben sorgulamamda farklı ve yeni bir boyuta ulaştım. Belki biraz da genel tespitlere vardım.

Bence insan anne olunca "anne olmadan önceki" hayatı bir süre sekteye uğruyor, adeta donuyor. Kadın, kendi rızasıyla donduruyor bu hayatını. Bir aboneliği dondurursunuz ya hani, sonra da yeniden başlattığınızda, kaldığınız yerden devam edersiniz. Onun gibi işte. Bu dondurma süresi kişinin kendi tercihi. Her ne kadar şartlar böyle gerektirdi dese bile ben bunun tamamen kendi tercihi olduğuna inanıyorum. Burası tartışmaya açık. Kimseyi yargılamıyorum, sadece örnekler vermek ve yeniden kendi durumumu analiz etmek için yazıyorum. Bazı kadınlar, önceki hayatlarını ve kişisel hayallerini süresiz olarak dondururlar, tüm hayatlarını çocuklarına adarlar. Bazı kadınlar ise doğum izninin bitmesini bile zor beklerler, kendilerini dışarı atarlar ilk fırsatta. İşte ben bunlar arasında gidip geliyorum bu sıralar. Hayatımdan birkaç seneyi çocuğuma adamayı düşünürken şimdi sadece altı ay sonra bambaşka bir noktadayım. Şefkatli ve sevgi dolu bir anneyim, burası kesin. Ama bir yandan da kendime duyduğum sevgi ve şefkat var işin diğer ucunda. Çünkü biliyorum ve hissediyorum ki kendimi sevgi ve ilgi ile beslediğimde ben aslında çocuğuma karşı da daha faydalı bir anne olacağım. Neticede ben kendim gibi olacağım o zaman. O da, radarlarıyla bunu hissedecek eminim. Üstelik, kendime duyduğum sevgi ve şefkatle bebeğime duyduğumki, ve hatta eşime duyduğumki arasında bir tercih yapmam gerekmiyor ki!! Aslolan amaç basitçe şöyle: önceliği kendime verip bu sevgiyi kocamanlaştırıp onlara da akıtmak..

Okumak istediğim çok şey, yazmak istediğim belki daha da çok şey var. Her fırsatta yapıyorum bunları. Böylece, ben daha bir ben oluyorum, başta bebeğim olmak üzere tüm sevdiklerim de bunu hissediyor.

Sonra... Tanışıp etkileşime gireceğim o kadar çok yeni insan, değiştirip dönüştüreceğim o kadar çok yeni durum var ki.. Ve sonra gitmeyi sürdüreceğim o kadar çok keşfedilmemiş yol, bana yakıt olacak o kadar çok yeni deneyim var ki daha. Ben iç yolculuğuma çıkmaya niyet etmişim bir kere, nasıl olur da dondururum hayatımı artık, bu durumu fark ettikten sonra.

Evet, artık yeni kararım budur. Kendimi yeni yardımların bolluğuna açmayı seçiyorum, sevgiyle kabul ediyorum bana uzanan yardım dokunuşlarını. Ve böylece kendi tercihlerimle ilerlemeye devam ediyorum. Ne iş yaptığım ve zamanımı nasıl geçirdiğim önemli değil, önemli olan benim kişisel amacımla uyum içinde ve tatmin dolu olması. Biliyorum ki Sevgili Oğlum altı aylık Mertciğim de annesinin bu ilerleyişinden en büyük faydayı alacak. İçim rahat, onu da kendi hayat deneyimine bırakıyorum, sevgiyle...

6 Ocak 2013 Pazar

"Eski" Evlerimize Veda...

Yazmayalı uzun bir ara oldu, farkındayım. Her gün yazmayı en az bir kez aklımdan geçirsem de olmadı işte bugüne kadar. Yoksa yazılacak bir çok konu, yeni fikir ve anlatacak olay oldu bu zaman aralığında. Evet yorgundum hep, ama gerçek sebep bu değil. Asıl konu kendimi odaklayamamamdı. Kafamda onca şey varken, bir de üstüne bebek tatlı tatlı beni çağırırken nasıl olur da bilgisayarın karşısında oturabilirdim. Neyse bugün ne olduysa oldu, Adana'ya geldiğimizin tam bir haftası dolduğunda, ben açtım bilgisayarı başladım klavyede gezinmeye..

"Eski" Evlerimize Veda...

"Eski evimiz" olarak tabir edeceğimiz evlere bir yenisi daha eklendi ve biz İstanbul Levent Mimoza apartmanındaki evimize tam 28 Aralık 2012'de veda ettik. İki gün süren bir ev boşaltma maratonumuz oldu. Neden mi maraton diyorum? Çünkü taşımacılar gerçekten bir madalya alacaklarmış gibi hızlı ve mükemmelce çalıştılar, tam bir ekip ruhu ile, bazen kızarak ama genelde de zevkle işlerini bitirdiler. Daha önceki taşınma deneyimimizden sonra bu kez herkes mutlu olsun diye taşımacıları daha bir motive etmeye karar verdim. İlk gün onlara Feride Hanım'la beraber güzel bir tavuklu patates yemeği verdik. Ekmeklerini bandırarak son damlasına kadar yediklerine göre sanırım beğendiler. Yemekten sonra da irmik helvası yaptık, çayla beraber yediler. Bence onu da çok beğendiler. Zaten beğenmemelerine ihtimal dahi vermiyordum. Feride Hanım'a annemin helva pişirişini anlattıktan sonra o da sevgisini ekleyip harika bir tatlı ortaya çıkardı, içine de Adana'dan gelmiş kısmetlisini bekleyen cevizlerden koydu. Karşı komşunun yardımcısı Asya'ya bile nasip oldu taşınma helvası. Karşı komşudan bahsetmişken, sağolsun Suzan hanım çok nazik bir hanım. Taşıma günlerinde ihtiyaç oldukça Mert için evlerini kullanabileceğimizi söylemişti. Şu sıralar Edirne'de tıp okuyan oğulları Mert'ten ötürü mü, yoksa sadece sevimli insanlar olduklarından mı bilmiyorum, bize ve Mertciğimize pek bir yakınlık gösteriyorlardı zaten. Biz de onlardan gelen bu yakınlıkla rahat hissederek sevgiyle kabul ettik bu güzel tekliflerini. Gerçekten de taşınma sırasında buna çok ihtiyaç oldu ve Mert de orada çok rahat etti. İlk gün fazla olmasa da ikinci gün iki saatten fazla uyudu orada. Hem çok yakınımda, hem de evdeki karmaşadan çok uzakta. Oysa ki sadece bir kapı arkasında...

Derken tüm evi boşalttılar, arkasından ev sahibimiz de geldi, ona evi ve anahtarları teslim ettik. Mükemmel zamanlama ile oradan ayrıldık. Feride Hanım'ı da evine bırakacağımız için bizimle geldi. Murat'la ben kendimizi kaptırmış sanki normal bir günmüş gibi apartman bahçesinden yürüyüp çıkarken Feride Hanım iyi ki yanımızdaymış. Aniden durdu ve "Hoşçakal Kiraz Ağacı" dedi. Aaa evet öylece birden kalakaldık, gidiyoruz ama bu kez bu eve tekrar dönmeyeceğiz. Farklı bir gidiş bu. Feride Hanım'ın sayesinde farkına vardık. O "an" sanki dakikalara, sonra da saatlere dönüştü birdenbire. Uzadı, ağırlaştırılmış film sahneleri gibi. "Gidiyoruz biz", dedim içimden binaya ve üzerinde hala "Kiralık" tabelası olan o "eski" evimize bakarak, "Hoşçakal". O anda bir gördük ki taşımacılar ön balkonun lambasını açık unutmuşlar. O sevgili eski evimiz, misyonunu tamamlamış olmanın verdiği gururla bize ışık göndererek uğurluyordu adeta. Ben de o anda ona sevgilerimi gönderdim ve onu yıkadım, arındırdım hayalimde. İşte böylece ayrıldık eski evimizden.

Yeni bir yolculuğa çıkıyorduk şimdi. Hem bildik bir yolculuk, hem de aslında bilinmezlerle dolu. Çünkü biz artık eski Pınar ve eski Murat değildik, üstelik bir de çoğalmış, Mert'le beraber üçlemiştik.

İstanbul'da iki gün daha kalıp Adana'ya geçmeyi planlamıştık. Tatlı bir göçebelik rahatlığı vardı bu süreçte. Biraz sorumsuzluk hissi, bir de an'ı yaşama hevesi. Çiler ve Engin bizi bu iki gün boyunca misafir ettiler. Mert özellikle sabahın erken saatlerinde onlarla çok eğlendi, zannediyorum onlar da Mert'le. Bir yandan ben de bu lüksün tadını çıkarıp günlerin yorgunluğunu attım. Orada kaldığımız süreçte aslında daha da ilginç olan şey Göktürk'te oluşumuzdu. Bazen ben kendimi pek kaptırıyorum gündelik şeylere. Bu kez de beni uyandırmak Çiler'e düşmüştü anlaşılan. O da birden fark etmiş olmalı ki: "İstanbul'a yerleştiğiniz yerden veda ediyorsunuz yine İstanbul'a" diyiverdi bir anda, yine beni şaşırtarak. Evet ya tabii, biz yaklaşık beş buçuk sene önce evlenip de geldiğimizde ilk yerleştiğimiz evimiz burada, Göktürk'teydi. Yine çok sevdiğimiz, çok güzel günler geçirdiğimiz ve birçok insanla da güzel anılar, eğlenceli anlar paylaştığımız bir evdi burası. Artell Forum Taş 12. İşte, bu son iki gün, Çiler'lere giderken bu evin önünden özellikle geçiyorduk ve ben şöyle kısa bir bakış atıyordum. Sözcükleri o kısa anlarda pek toparlayamıyor, sadece bakıyordum öylece. Biraz da merak vardı içimde galiba. Kimler yaşıyorlar, nasıl yerleştirdiler eşyalarını acaba diye. Ne önemi var? Biz yolumuza, yeni hayatımıza bakalım. İşte böylece ilk "eski" evimize de tatlı tatlı veda edip ayrıldık Göktürk'ten ve sonrasında da İstanbul'dan. Geldik Adana'ya!

Henüz bilmiyorum bundan sonra neler bizi bekler. Tek bildiğim, bugüne kadar olan hayatıma çok güzel kurgulanmış bir şekilde veda ettim, o "eski" evlerimizi güzellikle kendi yollarına bıraktım ki onlar da bizim yolumuzun açılmasına vesile olsunlar.

Bu olayla etkileşimi olan tüm varlıkların hayrına olması dileğiyle...