Translate

21 Aralık 2012 Cuma

İçimdeki Oğlan Çocuğu - Farklı bir Kar Hikayesi

Bugün İstanbul karlar altında.. Yollarda üç saat geçirmiş olmama ve evde beni bekleyen Mert'e çok gecikmiş olmama rağmen, manzara harikaydı, şimdi daha bir harika! İstanbul'un karlı görüntüsünü hep çok sevmişimdir. Üniversiteye ilk geldiğim yıl yağan ilk karı ve o gün ilk kez karla bu denli haşırneşir oluşumu, bu denli başbaşa kalışımı hep hatırlarım. O zaman, hazırlıksız yakalandığımda Kuzguncuk'taydım ve eve dönerken köprüden kendi sürdüğüm ilk arabam Fiesta'yla geçişimi asla unutamam. O gün çok karmaşık duygular içindeydim; biraz korku, çokça cesaret, biraz endişe, biraz kendine güven, biraz huzur, biraz coşku... Bugün de, on beş yıl sonra hayatımın bu ikinci İstanbul evresini sonlandırmak üzere olduğum günlerden bir gün, yine o yoldan geçtim, köprüden. Bu kez Çiler'in kullandığı arabayla ve çok daha farklı duygular içinde. Beyaz İstanbul manzarasını tattım, üstelik bir daha kim bilir ne zaman... 

Şimdi de evden izliyorum, hala yağmaya devam eden karı. Saat gece yarısını geçti. Uyumak ne mümkün, hava bu kadar aydınlıkken. Evin büyük penceresinin önü açık, vadiye bakıyorum. Boş alandaki yeşillikler beyaza boyanmış bile. Sokak lambalarının ışığında karın yağışı belirginleşiyor. Vadide yokuş aşağı veya yukarı gitmekte olan arabalar, normal bir güne göre sayıca çok az, ve çok yavaş ilerliyorlar. Ortalık sakin ve sessiz, huzur dolu. Ben de tam oturmuş manzarayı izliyor ve bunu bir yazımda anlatmalıyım ama çok da hüzünlü olmasın derken, sesler duyuyorum dışarıdan.

Dört genç delikanlı, heralde üniversite ilk yılında olmalılar, 18-19 yaşlarında, kartopu oynuyorlar aşağıda, kahkahalarla. Seslerini duyunca ne yapıyorlar diye hafif öne eğilip bakıyorum. Kartoplarını yapıp yapıp yoldan geçmekte olan arabalara fırlatıyorlar. Zaten arabalar yavaş ilerliyor ya, onlar da kolaylıkla isabet ettiriyorlar; arabanın tepesine ya da ön camına. Önce kızdım, yahu içindeki adam ne kadar şaşırır korkar, zaten yolda zor gidiyor, ters bir hareket yapar mazallah. Sonra içimdeki çocuk, belki de bir oğlan çocuğu, çocuklar isabet ettirip de kendi aralarında gülüştüklerinde kocaman gülmeye başladı. Bir tanesi başını kaldırıp baktı, acaba gören birileri var mı diye. O anda, gayri ihtiyari kalkıp ışığı söndürdüm, görmesinler izlediğimi, şimdi çekinir bırakırlar oyunlarını. Oysa ben bulmuşum hiç beklenmedik bir anda eğlencemi.  

Soğuktan yorulana kadar oynadılar bu oyunu, isabet ettirdikçe gülerek. O, adam olmak üzere olan tiplerine ve seslerine pek de yakışmayan şekilde çocukça kahkahalar atarak. Dedim ya adam olmak üzereler diye, belki de son dönemeçteler, artık çocukluktan yetişkinliğe geçiyorlar. Benim hayatımdaki bir dönemeçte olduğum gibi...

Onları izlerken neler hissettim neler, daha doğrusu hatırladım. Ben aslında ne çok severim oyun oynamayı, böyle haylazlıklar, beklenmedik yaramazlıklar yapmayı. Özellikle de erkek oyunlarını.. Oynayamıyorsam da bugünkü gibi izlemeyi severim. Çocukken ailede hep erkek çocuklar vardı etrafımda. Ya uyum sağlamak için ya da hakikaten oyunları pek cazip göründüğü için imrenirdim oyunlarına. Kimi zaman, anne tarafımdaki tek kız kuzenim Mübeccel'le gerçekten biz de abilerimizin oyunlarını kendi aramızda oynardık. Kimi zaman da mecburen onların oyunlarında asistanları olurduk. Mesela, abimler lego oynarken parçaları buldururlardı bana, ben de anlamaz çok eğlenirdim. Herşeyden herkesin nasibini alacağı bir deneyim vardır mutlaka. 

Sonraları, Mübeccel'in oğlu Recep Efe olduğunda ve oyun kıvamına geldiğinde, yere oturur çocukla araba oynardık üçümüz, eski günleri de hep anımsayarak. Mübeccel'in eşi de halimize bakıp bakıp şaşardı önceleri, sonra anladı ki biz çocuğu unutup kendimiz oynuyoruz buldozerlerle, kamyonlarla, dalga geçmeyi bırakıp izlemeye başladı bizi, gülümseyerek. 

Derken, benim de oğlum oldu. Murat'ın "ben kız olursa onunla ne oynayacağım?" tereddütünün aksine, benim içim hep rahattı. Ben bilirim oğlanlarla oynamayı; bilmek ayrı, bayılırım da. Henüz, arabalarla veya legolarla oynaması için biraz erken, biliyorum. Olsun, zamanın gelmesini heyecanla bekliyorum. Onunla oynamak için. Şimdilerde, benim asıl oyuncağım daha bir Mert'in ta kendisi. Yani, şuan kız oyunları sürecinden geçiyorum, bir bebekle oynayarak. Zamanla Mert büyüdükçe, farklı bir macera başlayacak.. Mert'in bana dönüp "Anne yeter ama, oyuncaklarımla ben oynamak istiyoruuuum" dediğini hayal edebiliyorum. Paylaşamayacağız o oyuncakları sanırım, çok da eğleneceğiz... Belki o zaman bu yazım hala duruyorsa okuyup ilham alır, arabalara kartopu fırlatırız. Neden olmasın?

İnsanın içindeki o çocuk hiç büyümezse olacağı budur :)

19 Aralık 2012 Çarşamba

Bebekle Öğrendiklerim 3 - Yuvarlanmak deyip de geçme

Bebeğimiz Mert, beş ayını doldurur doldurmaz birkaç deneme yaptıktan sonra dönmeye başladı. Sırt üstü yatarken kendiliğinden sol yanına doğru dönüyor ve sonra hooop yüzüstü geliyor. Sol kolunu da altından kurtardı mı tamamdıııır diyorum, artık güzel pozisyon aldı, mutlu olur. Dünyaya düz şekilde bakmak daha bir keyifli olmalı. Yoook, bizimki sevmiyor yüz üstü kalmayı, başlıyor söylenmeye. Haydiiii, gidiyorum onu düzeltip yeniden sırt üstü hale getirmeye. Çünkü henüz tersi yönde dönmeyi öğrenemedi. Ben onu sırt üstü getirince yine hemen dönüveriyor yüzükoyun yatmaya ve anında da söylenmeye. Hemen çeviriyorum tekrar.. Ve bu böyle tekrar edip duruyor, bizimkisi çok eğleniyor, aslında ben de onu izlemekten çok keyif alıyorum. Çevir köfteyi yanmasın şeklinde oynayıp duruyoruz.

Ama ben düşünüyorum, neden bu çocuk dönüyor, madem sevmiyor o şekilde yatmayı. Belki orada duran bir oyuncağa ulaşmaya çalışıyor diye düşündüm önce. Oyuncağı alıyor ama sonra geri dönemediği için kızıyor. Olabilirdi. Ancak, denemelerimde gördüm, bebek orada bir oyuncak olmadığında da yine dönüveriyor, otomatik.

O zaman, belki de sadece dünyaya dik olarak bakmak, görüş açısını genişletmek için dönmeyi tercih ediyordur dedim içimden. Ne de olsa biz Murat'la kahvaltı ederken o da yerde yüzükoyun bize doğru yattığında bizi daha kolay görüyor, istedikçe yön değiştirerek farklı oyuncaklara erişebiliyordu aynı zamanda.. Ama sonra baktım, kahvaltı zamanlarımız dışında pek de sevmiyor böyle durmayı. Tamam dünyaya dik bakmayı daha bir seviyor ama böyle değil, kucakta ya da ayakta durduğunda...

Düşüne düşüne, deneye deneye geçti bir hafta. Dün birdenbire anladım gerçeği! Anlayınca da şaşırdım bu tespitime, epey de hoşuma gitti. Normalde yazılmayı bekleyen onca konu başlığı varken bunu öne almalıyım! dedim kendime.

Mert yeni keşfettiği bu becerisini deniyor, her gücünü topladığında yeniden yapmak istiyordu. Yani "yuvarlanıp dönme"nin ta kendisiydi asıl amaç, asıl eğlence, asıl oyun, asıl keyif. Ortada bir amaç yoktu belki de, sadece dönmekti onun hoşuna giden. Biz bu hayatın içinde yuvarlanıp giderken unutuyoruz, bazen karıştırıyoruz amaçlarla araçları, yollarla hedefleri... Hep gelecekte bir noktayı nişan alıyoruz ve unutuyoruz şimdiyi. Birşeyi yaparken süreçten keyif almayı hatırlattı bana bebeğim. Aslında herşeyi yaparken.. Hatta daha da doğrusu: Yaşarken keyif almayı.. Ne de olsa yaşamın gerçek amacı mutlu olmak değil mi? Mutluluk nerede peki? Gelecekte mi sanıyorsunuz, yoksa Şimdi'de mi?

Bravo Mertciğim, benim bilge bebeğim !

18 Aralık 2012 Salı

Bebekle Öğrendiklerim 2 - Aslında kime konuşuyorum?

Doğumdan tam 23 gün sonra annem Adana'ya dönmek üzereyken bizim evdeki yardımcımız aniden işten ayrıldı, daha doğrusu ailevi bir sebepten dolayı memleketine gitti, geri dönüp dönmeyeceği belirsiz. Annemin programını bozmak istemedik, herşey düşünülmüş planlanmıştı çünkü. O gitti, biz kaldık, bebekle. Sağolsun, bebeğimiz güzel emiyor, güzel uyuyordu.

Çok iyi hatırlıyorum o günleri. 5 Ağustos pazar günü annemi yolcu ettik. Pazartesi oldu, benim üç gün sürecek yalpalamam başladı.


Annemin bizde kaldığı bazı gecelerde, eğer herşey yolundaysa onu uykusundan uyandırmıyordum zaten, o yüzden annemin yokluğuna geceleri alışmak daha bir kolay oldu. Evdeki yardımcı olmadan ve annem de olmadan gündüzleri yalnız kalıvermiştim bebekle. Hem yalnız, hem de aslında bütünüyle önemli bir şahsiyetle başbaşa. Değişik bir tecrübeydi, hem de çok.


Üç tam gün boyunca, sadece bocaladım. Evde her yer talan durumda, mutfak pislik ve dağınıklık içinde. Ben desen, daha da beter bir pejmurde hallerde devamlı geceliklerle, saç baş dağılmış. Hani Elif Şafak'ın Siyah Süt romanı var ya, kendi lohusalığını anlatan, işte aynı oradaki kusmuklu yakasıyla gezmeye giden kadın gibiydim. Neyseki sadece üç gün sürdü, ve ben işte o zaman yalnız kaldığımda anladım ki yaklaşık 3 haftadır ben aslında lohusalık depresyonu yaşıyormuşum. Farkında değilmişim, çünkü yanımda annem vardı, yardımcı vardı. Her an bir ses, bir soluk; evin içinde bir hareket, bir bereket. Sonra sıkıldım, bozuldum, kendimle başbaşa yedim durdum kendimi o üç gün. Bu ayrıntılar, içinde olduğum psikolojik durumu anlatmak içindi. Bu kadar yeter, uzatmadan konu başlığımıza dönelim.


Bu üç günlük "lohusa depresyonu ile yüzleşme ve onu aşma" günlerimde, bebek süperdi. Doğduğundan beri olduğu gibi güzel uyuyor, güzel zaman aralıklarında emiyor. Beni aslında hiç yormuyor, üzmüyordu. Ancak bir konuya fena takılmıştım.


Bebekle tamamen yalnız kaldığım o ilk günlerden birinde, annemi feryat figan bir şekilde aradım. Önemli bir sorum, sorunum vardı: "Anne, ben bebeği, besliyorum, bakımını yapıyorum. O da uyuyor güzel güzel. Peki ya bebek uyanıkken ben onunla ne yapacağım???" Daha bir ayını bile doldurmamış bir bebekten söz ediyoruz. Henüz oyuncakla oynamayan, gülmeyen, sadece birkaç pozisyonda yatabilen, yattığında da öylece duran, kucaktayken de sadece tüm bedenini omzuma yaslayıp yığılan bir bebek. Ne yapılırdı gerçekten böyle bir insancıkla? Anneme sormakla akıllılık yapmışım. Cevabı basitti: "konuş kızım bebekle, şarkı falan söyle mesela" diyiverdi hemencecik. Galiba önce biraz içerledim, ben nasıl düşünemedim bu kadar basit birşeyi dedim kendi kendime. Neyse, dedim ya hafif depresif bir haldeydim, böylesi tepkiler çok normal. Çabucak toparladım kendimi.


Ve işte böyle başladım, artık iç sesimi dışa vurmaya, içimden geldiği gibi konuşmaya, kendimi dinlemeye, "sesli düşünmeye"...


Artık bizim evde bir assolist, bir haber spikeri, bir radyo dj'i, bir ninni söyleyicisi, bir masal anlatıcısı, bir tekerleme tekerleyicisi vardı... Ve bunların hepsi Ben'dim. Aslında bunların hepsinden daha gerçeği ben evin "anlatıcısı"ydım artık. Hem ben eğleniyordum, hem de bebek gerçekten uyanıkken oyalanıyordu. 

Mert bebekle konuştuğum zamanlar dışında da konuşmak artık alışkanlığın sonucuydu galiba. Ne yapıyorsam, ya da bir sonraki işim ne olacaksa onu sesli söylüyordum. Aynen şöyle: "Birazdan kapıcı gelecek, ona süt aldıralım.. Hımm, bozuk para var mı acaba, bakalım" diye diye geçiyordu tüm zaman. Bunlar alıştırma turları olmalı. Bir süre sonra duygularımı ve diğer anlamlı düşüncelerimi de sesli yapar olmuştum. Bebek ne anlar demeyin, öyle bir anlıyor ki onunla dertleşince.. Tatlı tatlı bakıyor, öylece gözlerimin taa içine.

Zaman geçtikçe ben bu işi sevdim. Ama evdeki yeni yardımcı Feride Hanım çok yadırgamıştı ilk zamanlar. Hep ona sesleniyorum sanıp: "Efendiiim? bana birşey mi dediniz Pınar Hanım?" diye soruyordu. O zamanlarda bu durumdan biraz utanıp, acaba ben kafayı hafiften üşüttüm mü diye tereddüte kapıldığım da oluyordu. Sonra; o da, ben de alıştık. Öyle ki, şimdilerde o bile bebekle epey bir konuşur oldu.

Bu yeni alışkanlık bana birşey öğretti. Duygu ve düşünceleri sesli olarak dışa vurmak bebeği eğlendirmekten ve oyalamaktan çok daha üstün faydalar sağlıyor aslında. Bir kere,
kendi kendiyle konuşurken insan maksimum düzeyde dürüst oluyor, çünkü kendi de duyuyor anlattıklarını. Eğer bir yalan yanlış durumu söz konusuysa aslında kendini kandırıyordur öncelikle. 

Bir de, insan konuşurken gerçekten sadece o konuya odaklanmış oluyor, ve tabii ki o ana. O anda birşey düşünüp ve aynı anda başka bir şey söylemek hiç de kolay değil. Belki bu da yine dürüstlük.

Bir faydası da, ki bence en önemlisi, insan düşündüğü şeyleri ya da duygularını seslice ifade ettiğinde ve duyduğunda onların gerçekliğini daha bir derinden hissediyor. Örneğin, eğer bu bir hayalse, gerçekmiş gibi geliyor. Eğer bu bir uyarıysa, hedefine ulaşıyor. Titreşimler etkili oluyor bunda. İçinden çıkan tekrar içine titreşimlerle giriyor insanın. 

Eh, bir de artık dışa vurulmuş dilekler varsa, bunlar evrene yayılıyor, gerçekleşme ihtimali güçleniyor. Yok eğer dışa vurulanlar negatif duygu ve düşünceler ise, bunları duymak insanı kendiyle yüzleştiriyor, fark ettiriyor. Sonrasında bu olumsuzlukları kovup savmak daha bir kolaylaşıyor.

Bebeğin gelişi ve onunla yalnız kalışım sırasında alışkanlığım haline gelen bu sesli düşünme beni bana anlatmama yardım etti. Artık kendi kendimeyken; bir şükür, bir dilek ifade etmek istiyorsam veya aksine bir korku ve endişe barındıyorsam, bunları dışarı sesli olarak akıtıyorum. Sonra da olumluları evrene yolluyor, olumsuzları da nasıl kendimden atabileceğimin yollarını arıyorum. Sesin titreşimi bu denli güçlü işte! Tekrar teşekkür ederim bebeğim, bunu bana tecrübe ettirdiğin için...

16 Aralık 2012 Pazar

Bebekle Öğrendiklerim 1 - Nasıl "An"da Kalınır?

Birkaç sene önce internette dolaşırken Eckhart Tolle ile "tesadüfi" bir şekilde tanışmıştım. Youtube'da bir video izledim. Jim Carrey onu öve öve bitiremiyordu, çok da samimi sözcüklerle. İşte o zaman birdenbire merak uyandı içimde, beni birşey çağırdı adeta. Başladım internette incelemeye ve okumaya. Kendi websitesi başta olmak üzere, birçok kaynaktan bilgiler topladım onun hayatı ve felsefesiyle ilgili. Çok ilgimi çekti evet ama sadece o kadar da değil, yaşantımda pek de bir yere oturtamadığım, anlamlandıramadığım bazı durumlar onun çözümlemeleriyle birden aydınlanıverdi.

Sonra, 'Var Olmanın Gücü' kitabını aldım. Okumam biraz uzun sürdü, öylesine okuyup geçilmiyor, okurken illa ki üzerinde kafa yorulacak. Okudukça bazı bilgiler biraz tokat gibi yüzüme çarptı. "Vay be" dedim fikirlerine, çözümlemelerine, iddialarına. Yavaş yavaş sindirdim bu bilgileri. Tüm felsefesi aslında basitçe özetlenecek olursa şöyle: Bu dünyevi hayatımızda bütün fiziksel şeyler illüzyondan ibaret, asıl gerçeklik özümüzde. Özümüzle bir olmanın tek yolu da "şimdi"de olmak. Her daim, şimdi'de olmak, her daim "an"da kalmak. Yani biraz da meditasyon yapar bir halde geçirmek tüm zamanı. Denemeye değer dedim. Ve öylece hayatıma entegre ettim, başladım bu anlamda bir farkındalık ile yaşamaya. Bir de Eckhart Tolle websitesine kaydolmuştum. Oradan bana düzenli olarak email ile "Present Moment Reminder" geliyordu. Yani An'da kalmamı hatırlatan bazı felsefik sözler. Yine hayran bırakıcı bir zekanın eseriydi bu sözler. Daha bir motive olarak devam ediyordum. Etrafa bakışım değişmişti adeta, herşeyi yorumlayışım değişmişti. Normal olarak, an'da kalmayı unuttuğum çok zaman oluyordu. Olabildiğince çabuk toparlayıp kendimi, dönüyordum yine varoluşuma yeniden An'a bakarak. Güzel bir deneyim yaşıyordum, hala da yaşıyorum olabildiğince. Sanırım kitabı yeni okuduğum zamanlarda biraz da etkiliydi bu halim. Zamanla biraz da olsa uzaklaştım, unuttum an'da kalmayı kendime hatırlatmayı.

Bebekle beraber başka birşey oldu, bunu bana yeniden hatırlatan. Bebeklerin iletişim şekilleri dil kullanana kadar biraz farklı. Sözcükleri ne bizim anladığımız şekilde anlayıp yorumlayabiliyorlar, ne de kendileri sözcüklerin kolay ama belki biraz da yüzeysel iletişim tekniğini kullanabiliyorlar. İletişim kurmuyorlar mı sanıyorsunuz? Tabii ki kuruyorlar. Sezgileriyle anlıyorlar etrafta olup biteni. Ve sezgiler öyle güçlü bir iletişim aracı ki karşısındaki insanın sözcükleri ve ses tonu ne söylerse söylesin, o bebek sadece ama sadece gerçeği anlıyor. Belki gözlerdeki bakış, belki hormonların salgıladığı kokular, belki de titreşimler yardımcı oluyor, ama bence asıl yol sadece hisler, sezgiler.. 

Hal böyle olunca; bebekle beraber vakit geçirirken, ben her ne kadar ona gülsem, çok eğlenceli mimikler ve sesler çıkarsam da, eğer o an o "an"da ve orada değilsem, yani zihnimden "bebek artık yorulsa da uyusa, ben de işlerimi halletsem, yemek yesem, banyo yapsam" gibi düşünceler geçiyorsa, bebek hemen anlıyor. Sezgilerde tereddüt de olmadığından aldığı bilgiden emin bir halde tavır alıyor bana. İşte ben gerçekten ama gerçekten kendimi o "an"a verinceye kadar o da o "an"ı uzattıkça uzatıyor. Bir türlü yattığı pozisyonu beğenmiyor, söyleniyor, yemek yiyorsa yemiyor, uyumak üzereyse uykuya dalmıyor kesinlikle. Öyle keyifli bir halde değil uzatması, söyleniyor, kızıyor, hatta ağlıyor. O sezgileriyle alıyor da, eğer benim sezgilerim yeterince açık değilse bana ruhsal titreşimlerle anlatamıyor demek istediğini, dolayısıyla bu gürültülü yollara başvuruyor. 

Bebekleri küçümsemeyelim, o şirinliklerinin ardında onlar çok yüce ve çok mükemmel varlıklar. Bu yazı dizisinde bir çok yerde buna değineceğim. Burada vurgulamak istediğim ise, bebeğim bana onunlayken sadece o "an"da ve sadece orada olmamı hatırlatıyor olması. Tam öyle yapabildiğim zamanlarda ise çok keyifli, sevgi dolu, mutlu oluyor. Ben de elbette daha bir keyif alıyorum onunla geçen bu zamandan. Sonuç ise daha verimli ve belki de öncesine göre daha kısa bir süre tatlı tatlı beraber vakit geçiriyoruz. 

Nasıl mı "an"da kalıyorum, nasıl mı ifade ediyorum bunu bebeğime? Aslında önemli olan bunu öncelikle fark etmek. Bebeğin anlamsız ve zamansız huzursuzluğundan yola çıkarak aslında zihnimizin orada olmadığını fark etmek. Sonrası daha bir kolay, daha bir kendiliğinden ve akıcı oluyor. Birden toparlanıp, kendime çeki düzen veriyorum. Oraya ve o an'a dönüyorum. Zihnimdeki diğer düşüncelerin, o zamana ve o mekana ait olmayan düşüncelerin akıp geçmesine sakinlikle izin veriyorum. Akıp geçiyorlar, zihnimde bir boşluk bırakarak. İşte bu boşluğu da bebeğime olan sevgi ve ilgimle dolduruyorum. Bütün bu zihinsel aktiviteyi ille de sözcüklere dökmem gerekmiyor bebeğimin anlaması için. O zaten biliyor. Ama ben konuşmayı severim ya, mutlaka söylerim Mert'e de o an bende neler olup bittiğini. Ve şöyle eklerim: "Bebeğim, ben burdayım, seninleyim ve tam da şu "an"dayım. Seninle beraber vakit geçirmekten dolayı çok mutluyum ve çok eğleniyorum. Hatta çok şey öğreniyorum" Bunu söylemek aslında duymak demek, kendime duyurmak yani. Konuşurken de insan başka birşey düşünemediğinden, dürüst sözler olmuş oluyor, ve karşıya da mesajımız doğru aktarılmış oluyor, doğru ve dürüst!

Sonra sakince yemeğini yiyor, uykuya dalıyor kolaylıkla, huzurla... Bana birşey öğretmenin veya hatırlatmanın huzuruyla, benimle vakit geçirip dünyayla biraz daha uyumlanmış olmanın gururuyla...

Keşke her "an", hep buradaki gibi bir iletişim olsa herkesle aramızda. Keşke hayatımızın her saniyesinde "an"da olabilsek de; bu denli verimli, bu denli dürüst, bu denli sakince yaşayabilsek her anı, o anın kıymetini bilerek, o"an"ı yücelterek. Keşke'lere ne gerek var? Olabilir mi? Yeterince farkındalıkla herşey olabilir !

BEBEKLE ÖĞRENDİKLERİM - Yazı Dizisi

Bundan beş ay önce girdi hayatımıza bebek Mert. Tabii ki hamilelik ve daha öncesi de var, onları hazırlık süreci diye adlandırabilirim heralde. Bebek dünyaya gelip de hayatımızın tam merkezine düştüğünde birçok şey değişti doğal olarak. O,  doğar doğmaz bizden ve çevresindeki herşeyden devamlı olarak öğrenmeye başladı. Peki ya biz ne yaptık? Biz boş mu duracaktık? Bu büyük değişim olayından biz de nasibimizi aldık, alıyoruz. Çok şey öğreniyoruz. Öğrenmekten kastım, bebek bakımı değil elbette. Aslında bizi bize anlatan, bize çeki düzen veren, bazen uyaran bazen de farklı bir bakış açısı veren şeyler bunlar. Anne olmanın öğretici tarafından bahsedeceğim bu yazı dizisinde. Özellikle "anne" olmaktan biraz da tekil olarak bahsedeceğim, çünkü bunlar bir ailenin içinde bile olsa benim kendi kişisel deneyimlerim ve onları kendi kişisel gelişimimde yorumlayışım. Murat'ı ve diğer babaları zaman zaman işin içine katabilirim, onların kendi görüşleri ya da yorumları olarak.

Çevremdeki annelerin de fikirlerine baş vurdum. Kendi yaşadığım oranda değineceğim onlardan gelen fikirlere. Yaşanmış haliyle aktaracağım. Yaşadıkça, bu yazı dizisine yeni yazılar eklenecek. Herşey o doğal haliyle yazılmış olarak... Bebeğimle olan yeni hayatımdan her gün, her an öğreniyorum . Ve gelişiyorum. Anne olmakla hayatımın gelişim sürecinde önemli bir atak yapmış oldum. Bu bilgileri de bir yerde toparlamak, kalıcı hale getirmek; okuyanların da kendi geçmiş ya da gelecek tecrübelerine atıfta bulunmak, belki de onların fark edemediklerini onlara göstermek, hatırlatmak, yapmayı arzuladığım.


Bu bir girizgah olsun, gerisi diğer yazılarımda olsun. Takip edenlerin kendi fikirlerini, deneyim ve ve önerilerini de özellikle davet ediyorum. 

İlk yazımı bugün paylaşıyorum. Devamını içimden geldikçe ve yeni deneyimler elde ettikçe yazacağım, yani belli bir sırayla gitmeyecek, hatta araya başka yazılar da girecek blogumda.

Sevgili Oğlum Mert, 

Henüz aramıza geleli sadece beş ay olmuşken benim böylesine büyük bir gelişim elde etmemde büyük katkın var. Biliyorum, o küçük bedende sen koskocaman bir insansın! Teşekkür ederim o Yüce Varlığının bana tecrübe ettirdikleri için ve Seni Seviyorum, sadece sen olduğun için. 

Kendime de ayrıca teşekkür ederim bu farkındalık için...


Haydi rast gelsin, gökteki Ay büyürken fikir de büyüsün kocaman olsun!!!

13 Aralık 2012 Perşembe

Doğum fotoğrafçısı arıyordum...


Doğum fotoğrafçısı arıyordum... Doğum terapisti geldi ve bir de fotoğraflarımızı çekti.

Mert'i ilk kez kucakladığımız o günü anlatmaya bayılıyorum, şimdiye kadar çok kez paylaştım etrafımdakilerle. Benim en duygusal peri masalım bu özel anıyı yazıya dökmenin zamanı geldi, ve başlıyorum..

Hamileliğimin başlarında doğuma fotoğrafçı girsin pek istemiyordum. Tamam, ertesi gün gelip çeksin, anı olsun da doğuma girmesin diyordum. Son haftalara girdiğimdeyse artık bariz bir kararsızlık vardı içimde... Ne de olsa çok çok özel bir gün, herhangi bir şeyi atlamak istemiyorum. Geri dönüşü olmayacak bir karar vermeyeyim. Murat da tamamen bana bıraktı tercihi. En sonunda kararı verdim; fotoğrafçıya da katlanırım artık doğumda, ne yapayım diyerek araştırmaya başladım. Pek de araştırmadım aslında, arkadaşım Burcu bana iki isim vermişti, onlarla telefonda görüştüm. İçlerinden birisi Ayça idi, Ayça Oğuş. Zaten paket içerikleri, fiyatları vs. birbirine çok yakın, Murat'a dedim ki hangisinden olumlu elektrik alırsam telefonda, ona karar vereceğim, haberin olsun. Ve öyle de oldu. Ayça'nın konuşması çok pratik olduğu kadar bir o kadar da sevimli gelmişti. Belli ki bu işi severek ve defalarca yapmış, içimde büyük bir güven uyandırdı. Doğumun olacağı gün zaten bir hafta önceden belli olduğu için o da kendisini rahatça ayarlayabildi. Karar vermiştik artık. Yoluna girmişti işler, artık doğum için bu denli önemli bir hazırlığı da yapmışken iyice havaya girdim. Fotoğraf albümlerine bir türlü karar veremiyorduk, Ayça dedi ki ben en iyisi doğumun sabahı hastaneye albüm örneklerinden getireyim, orada karar verirsiniz. Tamam dedik, o sabahki heyecanımızı biraz da azımasayarak.. Yalnız, unutma ihtimaline karşı Ayça bir gece öncesinde albümleri getirmesini tekrar hatırlatmamı rica etti. Doğumun tam bir gece öncesi, Ayça'ya bir mesaj atarak hatırlattım. Aramızda kısa bir diyalog geçti: Ayça, "bu gece iyi uyu, dinlen" diye ekledi sonunda. Ben de "evet, fotoğraflarda iyi çıkmalıyım" dedim, bir de gülen surat işareti yaparak. O ise "Ondan değil , zaten bütün anneler güzeldir" dediğinde yüzümde kocaman bir gülümseme hissettim, artık bir gülen surat o koca gülümsemeyi tariflemeye yetmezdi. İşte o anda tüm duymak istediğim buydu. Ve ben doğumdan bir gece önce, herşeyin tam olduğunu ve tüm kararların en doğru şekilde verildiğini hissederek huzurla uykuya daldım.

Ve geldi doğumun sabahı.. Annem, Babam, Murat ve henüz karnımdaki Mert bebekle beraber hastanenin yolunu tuttuk. Köprülerdeki tamirat yoğunluğundan dolayı biraz trafik vardı, saatin o kadar erken olmasına rağmen. "Hadi, varalım yerimize, kopalım İstanbul'un bu karmaşasından bir an önce, açılsın yollar, biz bir insanı dünyaya getirmeye gidiyoruz, yol verin arabalar!!" diye haykırmak geliyordu içimden.. Amerikan Hastanesi'ndeki o güzel odamıza yerleştik. Biraz sonra Kaynınvalidem ve Kayınbabam, Görümcem Aslı'yla beraber geldiler. Herkesin heyecanı yüzünden okunuyordu. Zaten bu öyle farklı bir heyecan ki saklamak şöyle dursun, paylaşarak daha bir artırmak istiyor insan. Arkasından Çiler geldi ve tabiki Ayça da tam sözleştiğimiz saatte gelmişti. Annem her zamanki gibi heyecanından ne yapacağını şaşırmış, eşyaları bir o yana bir bu yana yerleştirmeye çalışırken neyse ki teyzem de geldi ve ona yardıma yetişti. Bu iki kardeş boş durmayı hiç mi hiç sevmezler. İstisnasız her an arı gibi çalışırlar; artık o anda ve o ortamda ne iş yapılabilirse ona uygun olarak. Bir yandan ikramlar, bir yandan süslemeler nasıl olsun ona kafa yorulmaya başlandı. Bense annemle teyzemden farklı olarak, böylesi heyecanlı bir günde tutuk halde kalakaldım. Biraz biraz ortalıkta dolaşıyor, genellikle oturup kalıyor, konuşmaktan bile aciz, öyle bekliyordum zamanın gelmesini, doğru zamanın... Ayça hazırlığını yapıp fotoğraflara başladı bile bu arada. Ona poz vermek o kadar zevkliydi ki. Beni çok güzel ve özel hissettirmek bir yana, bir de fazla yönlendirmiyor, hatta olduğum gibi pozlar vermem için adeta teşvik ediyordu. Ben zaten oldu bitti fotoğrafa poz vermeyi pek severim, ama fotoğrafçı düğünümüzde olduğu gibi, "şuraya bak, şöyle dur, kafanı çevir, hınzır bir gülüş yap" gibi yönlendirmeler yaparsa oradan çığlık atarak kaçasım gelir.



Bir yandan da çok eğleniyorduk. Biraz geyik, biraz duygusallık, biraz gelecek o anın mucizesine hazırlık kelimeleri, eh bol bol da temenni... Ayça da beş buçuk sene önce yaptığı doğumunu, oğlunu ve eşinin nasıl da doğum fotoğrafları çekerken fenalaştığını anlatıyordu. Tatlı tatlı konuşuyor, hem bizi doğuma hazırlıyor, hem de o uzun bekleme saatlerini sakince geçirmemize yardım ediyordu. Bekleme saatleri diyorum çünkü gerçekten gecikti doğuma girişimiz. Doktorun önceki işi biraz uzamış olmalı ki bizi geç aldılar içeri. O sürede Ayça orada olmasaydı, ben hem endişe yapar hem de bekleyen diğer onca insan için düşünüp dururdum, "ay sıkıldılar mı acaba, yoksa bu koltuklarda oturmaktan çok mu rahatsız oldular, ya belki de başka işleri vardı ve aksadı bizim yüzümüzden" ve daha neler neler... İşte, hani derler ya anne olunca herşeyden kendini sorumlu tutuyorsun diye, ben daha doğum yapmadan o havaya girmişim demek ki.

Neyse, doğum giysilerimi giyip hazırlanmış halde ben artık beklemekten vazgeçip misafirlerin bölümünde sohbete daldığımda doktorum Kılıç bey içeri girmiş, farketmedim bile. Beni yatakta göremeyince "Aa, anne kaçmış" diyerek yanıma yöneldiğinde o esprisine mi gülsem yoksa nihayet geldiğine mi sevinsem bilemedim, aniden kocaman gülümseme sardı yüzümü.




Doğal olarak buradan sonrasını biraz kesik kesik hatırlıyorum. Beni sedyeye yatırıp ameliyathanenin yoluna düştüğümüzde heyecan, damarlarımda adrenalin başta olmak üzere çok çeşitli hormonlar salgılatmaya başlamıştı bile. Kendimi o kadar normal ve dinç hissederken insanların beni tekerlekli bir arabayla birkaç kat aşağıya götürüyor olmaları tuhaf hisler uyandırıyordu içimde. Dedim, ben hasta değilim, karnımdaki bebeğin dışarı çıkarılması için hastanedeyim sadece. Yani aslında hastanede bulunuyor olmamızın tek sebebi tedbir içindi, hasta olduğumuz için değil. İşte bunu fark ettiğim o andan itibaren hemşirelerin ve hasta bakıcıların bana "hasta" diye hitap etmelerine izin vermedim. Onların da çok hoşuna gitmiş olmalı ki, ben onları her düzelttiğimde bana tatlı tatlı gülümsediler.


Herkesle asansörün başında vedalaştıktan sonra Murat, Ayça ve sağlık personeli ile beraber ameliyathanelerin bulunduğu kata geldik. Önce geniş bir odaya aldılar beni, perdelerle birbirinden ayrılan bölmeler vardı. Burada bana serum takılırken ve ölçümler yapılırken Murat da doğuma gireceği kostümünü giymeye gitmişti. Kostüm diyorum, çünkü hazırlanıp da geldiğinde görünüş olarak bir doktordan farkı yoktu. Hınzır hasta bakıcı beni kandırmak için buyrun doktorunuz geldi gibisinden bir deneme yaptıysa da maskenin ve onca garip aksesuarın ardındaki kocamı gözlerinden tanıdım ben. Çok yakışıklı olmuş, renkler falan bir yana, o hijyenik ve derli toplu görüntü, mavi ve yeşil kostüm yakışmıştı ona. Gerçi ona herşey yakışır ya...


Biraz sonra anesteziyi yapacak olan doktor Tevfik girdi yanıma. Şeker mi şeker bir adam, kirli sakallı ve uzun saçlı. Kırmızı bir pantolon giymiş ve başına da renkli bir bandanayı andıran örtüyü takmıştı. Yüzünde yumuşak bir gülümseme vardı, sanki o ilaçları vermeden önce kendine bir deneme yapıyor ve rahatlıyor.. Olabilir mi? Sanmam.. Yani güven verecek derecede hakimdi yaptığı işe. Bir ufak muayeneden sonra süreçten kısaca bahsetti ve beni artık ameliyat odasına aldılar.


Murat daha önceden hasta bakıcıya video kameramızı vermişti ve yanımızda Ayça da her daim bulunuyordu. Söylememe gerek var mı, Ayça da muhteşem kostümlerden giymişti ama itiraf etmeliyim ki onu gerçek bir doktor kılığına sokamamışlar, o yine fotoğrafçılığı tercih ettiğini çok belli ediyordu. Bunca hazırlığa rağmen, ben o ortamı ve o anları unutmayım diye gözlerimi açabildiğim kadar açtım ve etrafı hafızama kazımaya çalıştım. Müzik ister miyim diye sordular, olur tabi dedim ama nasıl birşey istediğimi seçememiştim birdenbire.. Zaten kararsız bir insanımdır, hele bir de öylesine coşkulu olduğum bir anda, mümkünse hiçbirşey sorulmasın bana! Anestezi doktoru bana bir sakinleştirici yaptı, epiduralı yerleştirdi ve bir süreliğine ortadan kaybolmuştu ki bir müzik sesi yavaş yavaş duyulmaya başladı. Meğerse müzik onun işiymiş, ve tercihi de benim yerime o yapmış. Çok da iyi yapmış. Buena Vista Social Club tınıları başladı. "Dos gardenias para ti"... O günden aklımda kalan birkaç kelime... Önüme perdeyi çekip işlemlere başladılar, bir yandan da hafif hafif melodiler geliyor. İçeri Ayça'yla Murat girdi, birden bile birbirlerine bakıp gülmeye başladılar. Öyle hafif birer gülüş değil, nerdeyse kahkaha.. N'oluyo dedim hemen, o çakırkeyif halimle... Biraz kıskandım bu kadar eğlenmelerini galiba.. Yani Ayça belli ki sadece bana değil Murat'a da terapi yapmış içerde anlaşılan. İçeri girmeden hemen önce sohbet ederlerken bir gece öncesinde Buena Vista Social Club'ın İstanbul'daki konserinden bahsetmiş Ayça. Sonra içeri girip de o melodileri duyunca da haklı olarak gülmüşler. Tamam dedim, siz bağ kurmuşsunuz aranızda, biz de burda oğlumla sizi bekledik, ekipler bir arada, artık tamamız, gelsin o büyük an!

Murat yanıma oturdu, o da perdenin arkasında, tamamen birbirimize odaklanmış durumdayız, bir de tabi ki aramıza gelmek üzere olan bebeğimiz Mert'e. Ne yapacağımızı, ne konuşacağımızı bilmez bir haldeyiz. Allah'tan müzik yardımımızda.. Onun melodileriyle anlamsız mırıldanıp sallanıyoruz, ellerimiz bir arada. Murat'ın yüzüyle ilgili hatırladığım, o kostümlerden geriye kalan tek açıklık olan gözlerini de gözlükleriyle kapatmış olduğuydu. Yoo, ama ben gördüm göreceğimi o gözlerde...


Süresini tahmin edemeyeceğim bir bekleyişten sonra tepedeki lambanın yansımasında bir bebek eli gördüm, ışıklardan dolayı sarı sarı görünüyordu. O elin parmakları o kadar genişçe açılmıştı ki birşeyi tutacak. belki de Dünya'yı tutacak o minik el.. Anlamadım ne olduğunu, doğmuş muydu, yoksa daha bekleyecek miydik? Sonra sesini duydum Mert bebeğin. Saat 11.20de... Bir haykırış, bir sesleniş. "Ben geldiiiiim, kavuştuk işte! Hazır mısınız kucaklaşmaya? Ben hazırım!" diyordu sanki. Sadece o ses... ve ben ağlamaya başladım bile, özlemle beklediğim bebeğime kavuşmuştuk artık. O anın yoğun duygusallığını anlatmak imkansız. Bebeğin doğmasıyla Murat da artık perdenin ötesine bakmaya başladı başını kaldırıp. Ben dayanamam, duramam hep konuşurum ya, Murat'a sordum, oğlan mı gerçekten? Evet dedi, ilk önce pipisini gördüm. Murat bebeği izlerken ben iyice sabırsızlanmaya başlamıştım. Aradan kaç dakika geçti bilmiyorum, bebeği sarmışlar yanımıza getirdiler ve kucağıma yerleştirdiler. Ağlıyordu ilk geldiğinde. O an söylediklerimi hatırlıyorum: "aaa geldi miii?" diye başladım ilk önce. Ağlarken de "Mert hoşgeldin, güvendesin, seni seviyoruz" dedim. Murat da konuşuyordu, sesimizi duyunca birden gözümüzün içine bakıp sustuğunu hatırlıyorum. Ayça devamlı fotoğraflarımızı çekiyordu. Heralde sadece beş dakika gibi bir süre kaldı yanımızda, sonra aldılar Mert'i. "yaa, doyamadım" dediğimi çok net hatırlıyorum.



Bebeğin odadan çıkmasıyla Murat ve Ayça da çıktılar, benim son işlemlerim yapılıyordu. Bebeği bir ufak koklatıp yanımdan almışlardı, şimdi sabırsızlığım had safhada bekliyordum. İçimdeki ben fırlayıp yanına koşmak, ona sarılmak öpmek ve her yerini incelemek istiyordu. Oysa ki daha vakti gelmemişti, birazcık daha beklemeliydim. Beklerken de boş durmadım, anestezi hemşiresiyle sohbete daldım. Hangi okuldan mezun olduğunu sordum, konuştuk biraz. Devamlı olarak tansiyonum vs. ölçülüyordu, her ölçümde ben de soruyordum. Merak ettiğimden değil, maksat konuşmuş olmak. Doktorumun yardımcısıyla konuştuklarını hatırlıyorum, hiç benimle, hatta doğumla ve hatta sağlıkla bile ilgisi olmayan konulardan sohbet ediyorlardı. Derken işlem bitmiş olmalı ki Kılıç bey perdenin arkasından kendini gösterdi, geçmiş olsun dedi ve elimi tuttu. Kısacık da olsa sıcak bir diyalogdan sonra ben yine duygusallaşmıştım.

Birkaç tıbbi adım, birkaç ölçüm daha derken ben kendimi daha ayık ve dinç hissetmeye başladım ve beni artık odaya aldılar, orada sevdiğim bir sürü insan beni bekliyordu. Hiç umudum yokken Neboş bile doğuma geç girdiğimiz için yetişebilmişti. Ve Çiğdem de öğle arasında hiç üşenmemiş yanımıza gelmişti. Tam da öğle saatine denk gelmesi ne hoş oldu aslında. Beni odaya aldıktan hemen sonra Pınar hemşire de bebeği getirdi yanıma. O minicik insancığı eline aldığı gibi bana verdi ve emzirmeye başladım oğlumu, o da Dünya'daki ilk besinini aldı, afiyetle yedi. Şekerim Mert'le birbirine bir süreliğine sıkı fıkı bağlı olacak hayatımızın başlangıcı o anda kendini iyice hissettirmişti artık. İşte birden onca heyecanın içinde dank etti, birden anne oldum, birden aile olduk, birden değişti dünyamız, birden "biz" olduk.

Ayça'nın çok yardımı oldu, o günün "su gibi" akıp geçmesinde. Yanımızda tüm sürecin akışını adım adım çok iyi bilen, yaptığı işe de sevgisini katan bir insan! Diyorum ya, hayatımıza aslında bir terapist gibi girdi, harika da fotoğraflar çekti. Farkında mıydı bilmiyorum tüm bu hissettirdiklerinin. Ne önemi var, şimdi söylüyorum işte. Teşekkürler sana Ayça! Tekrar görüşmek dileğiyle...


9 Aralık 2012 Pazar

Hoşçakal Kiraz Ağacı

Bu mevsim yaprakları iyice seyreldi, kalanları da hep sarardı soldu. Bir hüzündür sardı Kiraz Ağacını. Rüzgarda sallanan o sarı yapraklara bir de akşam güneşi vurdu mu iyice parlıyorlar, bizim bebek Mert de bayılıyor ona dalıp dalıp gitmeye, illa işaret ediyor "beni pencerenin önüne götür, Anne" diye. Hatta bazen koltuğunu pencerenin önünde bırakıp öyle uyumasına izin veriyorum. Bebek, Dünya'ya geldiğinden beri hayretler içinde etrafını izliyor, ama bence en çok hayret ettiği, belki de hayran olduğu şey doğanın değişimi olabilir. Yazın Mert geldiğinde ağacın dalları meyve doluydu, sonra o büyüdükçe sıf yaprağa döndü. Hem hafif hareketleri hem de yaz rüzgarıyla çıkardığı hafif hışıltı Mert'in çok hoşuna gidiyordu, tabi benim de.

Üç yıl önce bu eve taşındığımız günü çok iyi hatırlıyorum, Nisan sonlarıydı. Bizim apartmanın Kiraz Ağacı o zaman bir gelin gibiydi, bizi karşılıyordu en güzel beyaz elbisesini giymiş. Belki çiçeklerinin kokusu burnumuza kadar gelmiyordu ama ben biliyorum mis gibi kokuyorlardı, gelecek güzel günlerin habercisi. Ağaç oldukça yaşlı, o kadar büyümüş ki dalları bizim üçüncü kattaki evimize kadar uzanmış. Özellikle de mutfak penceremizden harika görünüyor. O heybetli görünüm bir Kiraz Ağacına göre belki fazla büyük. Ne de  olsa hiç budanmamış; izin vermişler, o da gökyüzüne ulaşmak istercesine uzamış gitmiş. Bir yandan da tüm üretkenliğini sürdürerek. Her bahar harika bembeyaz çiçekler açar, yazın kocaman koyu renk kirazlar verir bu Kiraz Ağacı. Doğrusu biz hiç nasiplenemedik meyvelerin tadından, insanlar alt dalları çabucak topluyorlar, üst dallara da boy yetişmez, tırmanmak da öyle her yiğidin harcı değil. Ama hiç önemi yok, biz görüntüsünden, sesinden sıcaklığından aldık nasibimizi, yeter de artar bile. Biz kahvaltı ederken, kargaların gelip de dalından kiraz kopartıp sonra da karşı apartmanın çatısında yemelerini izlemek de günümüze neşe katardı. Biz yememişiz, ne gam.

Kiraz Ağacı, sen hep böyle kal, tamam mı? Bu doğayı ve hayvanları seven insanların mahallesinde sana iyi bakarlar, sen de onlara iyi bak, tamam mı? Bize üç sene kucak açmış yuvamıza, orada oturacaklara iyi bak. Bizi sarıp sarmaladığın gibi onları da kucakla, yaz kış esen rüzgarlardan aslında binaların arasında kalarak korunuyorsun biliyorum, o yüzden içim rahat. Dalların daha da uzayabilir göklere, bırak gitsinler. İzin ver serçeler, kumrular, kargalar, hatta bazen de martılar gelip otursun dallarına. İlk başta ağır gelseler de kirazlarını alıp seni hafifletecekler, bunu hatırla. Biliyorum, karıncalar evimize senin dallarından tırmanıp geldiler. Biliyorum o yarasa senin meyvelerini yerken yanlışlıkla girdi, taa yatak odamıza kadar geldi. Sen hep yol oldun doğaya, evimize girsin diye. Teşekkür ederim sana bunun için ve her şey için.

Şimdi başka bir zamandayız artık, biz gidiyoruz. İki kişi geldik bu eve, üç kişi ayrılıyoruz. Sadece evden değil İstanbul'dan da ayrılıyoruz, gidiyoruz. Her yerini, her dokusunu sevdiğim bu şehir, bu ilham yuvası büyük yer, seni bir süreliğine bırakıyorum. Beni bilirsin, gidip gelirim, adeta mekik dokurcasına, o yüzden bir ayrılık mektubu gibi keskin olmasın bu yazım. Sen hep benim hayallerimdesin, hep içimdesin, hep ilham kaynağımsın... Burada üniversite yıllarım geçti, ne anladım o yılllardan, Taksim'den başka yere gitmediğim o yıllardan.. En çok da kalabalıkların içinde kaybolmayı sevdim bu şehirde. Hamileliğimin yedinci ayına kadar dolaştım durdum sokaklarında, her yerde... Tarihi yerler, üniversiteler, Beyoğlu, iş icabı Zeytinburnu'na bile gittim.. İşim bahane, ben gezdim, oğlumu da karnımda gezdirdim hep. Ona anlattım nerde olduğumuzu ve benim için ne heyecanlar içerdiğini. Bu gezilerin bir jübile kıvamında olduğundan habersizdim o sıralar. Doğrusu, son dört yıldır İstanbul'un tadını bir başka çıkardım. Müşterilere gideceğim, satış-pazarlama-teslimat derken İstanbul kazan ben kepçe dolaştım durdum. Kah metroya bindim elimde çekçekli minik iş bavulum, kah arabayla yolumu şaşırıp James Bond çekimlerinin içine düştüm Eminönü'nde, kah cep telefonumu çaldılar tramvayda, sonra buldu polisler verdiler bana geri, kah Üsküdar'a gittim müşteri ziyareti bahanesiyle, asıl maksat vapurla İstanbul manzarası almak... İşte böyle tadını çıkardım bu koca şehrin, fazlasıyla doldurdum adeta önümüzdeki birkaç yılın boşluğunu.. O yüzden içim rahat gidiyorum.. Gidiyorum..

Şuanki duygularıma en iyi tercüman olan bu şarkının sözlerini de eklemeden olmaz:

Hoşçakal (Şebnem Ferah)

Seni ararken kendimi kaybetmekten yoruldum
Bulduğumu zannettiğimde kendimden ayrı düştüm
Bu garip bir veda olacak çünkü aslında hep içimdesin
Ne kadar uzağa gitsem de gittiğim her yerde benimlesin
Söylenecek söz yok
Gidiyorum ben

Hoşçakal hoşçakal hoşçakal hoşçakal
Ben bir kısrak gibi gelmişim dünyaya
Şahlanıp gitmek içimde var
Hoşçakal

Biraz su biraz yeşillik her yer benim evimdir
Taşırım dünyayı sırtımda her dil benim dilimdir
Ama söylenecek söz yok
Gidiyorum ben

Hoşçakal hoşçakal hoşçakal hoşçakal
Ben bir kısrak gibi gelmişim dünyaya
Şahlanıp gitmek içimde var
Hoşçakal

8 Aralık 2012 Cumartesi

Emzirmek istemeyen anneleri kabul ediyorum.

Koca bir sürahi suyu kafama dikip bir yudumda içmek istiyorum! Öyle bir efor sarf ettim ki tam bir saattir, bitik haldeyim. Resmen alnımın teriyle anne sütü hazırlayıp içirdim bebeğe. Neymiş, bebek anne sütü içmeliymiş, formül mama değil! Tamam doğrudur, anne sütü şuanda ona en faydalı besindir. Hatta öyle ki, formül mamanın paketinde bile – artık kanunen zorunlu da ondan mı bilmiyorum – “önce anne sütü verin, yetmezse mamaya başvurun” yazıyor. Evet anladınız, kutusunu okuduğuma göre ben artık evde mama bulunduruyorum. Şimdi zamanı birkaç ay geriye alalım.

Ben doğumdan önce de sonra da aslında hiç kendime yüklenmedim, aman kesin anne sütü vermeliyim, mutlaka 6 ay emzirmeliyim diye diretmedim. Bebekle kendim için o an nasıl uygun ve doğruysa o olsun dedim. Nasıl olacaksa ortaklaşa karar verelim ve ikimizin iyiliğine olsun. Öyle de oldu. Bizim Mert doğduğunda küçük bir bebek gibi görünse de anne sütünün ona yarayacağını kokusundan anlamış olmalı ki hemen işe koyuldu, başladı profesyonelce emmeye. Hal böyle olunca süt normal bir şekilde gelmeye, bebek de güzelce beslenmeye daha ilk günlerden başladı.. Tam 4 ay boyunca da çok düzenli, tahmin edilir ve konforlu bir beslenmeyi anne-bebek ekip olarak çok başarılı kotardık.

Bu arada, şöyle bir durum oldu, bizim bebek büyüdü, uzadı ve benim kollarımdan taşar oldu, buna bir de başparmak tendonumdaki ağrı da eklenince emzirmek benim için oldukça meşakkatli hale geldi. Yanlış anlaşılmasın, bu doğal besinin faydalarından yana hiç mi hiç kuşkum yok, hatta bazı durumlarda kolaylığı bile var. Özellikle bir buçuk aylıkken yaptığımız İzmir seyahatimizde ve diğer gezilerde en kolay hazırlanan yiyecek. Ama bir yandan da gerçekçi olmalıyım. Bir kadın emzirirken birçok zorluk yaşayabiliyor. Mesela üstü başı süt içinde kalıyor, ona göre rahat açılabilir kıyafetler giymek zorunda kalıyor, aslında son derece mahrem olan bölgeleri adeta halka mal oluyor, bebeğin ne kadar içtiği tahmin edilemez olduğundan özellikle ilk 3 ayda fazla kaçırdığından  dolayı çok fazla kusma yaşanıyor, yedek süt yoksa bebekten maksimum iki saat ayrı kalınabiliyor, ki onda da bebeğin biberonla arasının iyi olması lazım, yediklerine ve özellikle de içtiklerine özen göstermek gerekiyor. Bu saydıklarım ve başka listeye eklenebilecek birçok bedensel, fiziksel zorluk dışında bir de işin duygusal, ruhsal yönü var. Bir bebek meme emerken o emdiğinin aslında kendine ait bir beslenme/ihtiyaç giderme nesnesi olduğunu sanıyor, anne de kendine ait olan bu organını sevgi ve şefkatle bebeğine sunuyor. Emzirdikçe de yeniden hormonlar salgılanıyor ve bu şefkat döngüsü devam ediyor ki, bebek beslensin. İlk aylarda hem bebeğin bedenen beslenmesi, ruhsal olarak bu sıcacık dünyaya güven duyması, hem de anne-bebek arasında bağ kurabilmesi için emzirme/emme aktivitesi çok önemli. Bütün zorluklarına tamamen değiyor. Ancak en başta da dediğim gibi benim her zaman arzum emzirmenin bırakılması bebekle ortak kararımız olmasıydı. Hep eşime de söylediğim şey, ne kadar süre emzireceğim konusunda bir zaman biçmiyorum. İşte ben böyle yavaş yavaş emzirmekten soğuduğum zamanlarda, bebekte de ani değişimler yaşanmaya başladı.

4.ayın bittiği gün, sanki birdenbire bebeğin hormonları bir alarm verdi ve bizim sakin-huzurlu-derin uyumayı seven yavrumuz birdenbire huy değiştirdi. Geceleri iki saatte bir uyanmaya, hem gece hem gündüz uyumak için sallanmak istemeye başladı. Sinirli oldu ve bu sinirini çok asabi ve maskulen seslerle çok güzel ifade etmeye başladı. İlk 4 ay çok güzel gezerken, istediğimiz yere onu çanta gibi yanımızda götürürken birdenbire onunla evden çıkmak bir kabus, eve gelmek de derin bir ohh demek oldu. Çeşitli spekülasyonlar dönüyordu ortada; "diş çıkartıyor", "doymuyor", "e artık büyüdü etrafın farkında ve uyuyamıyor" vs vs... Doktorunu aradım sordum, doymuyor olabilir mi diye.. Tabi telefonda nerden bilsin, sonuçta bizimki en son kontrolde güzel kilo alıyor görünüyordu. Ayrıca son kontrolde dişlerine de göz atmıştı doktoru ve herhangi bir belirti görmemişti. "İzleyelim bakalım" dedi, "sütün azaldığı öyle hemen anlaşılmaz birden, siz pompa yapın sütünüz azalmasın".. Hımım, peki dedim, düşünceli bir ses tonuyla... Evdeki yardımcımız Feride Hanım'ın da iddiası doymama yönündeydi, gerçekten bebek konusunda çok tecrübeli bir kadın, ama yani doktor öyle diyince de insan kondurmuyor. Yine de doymuyor olması ihtimali ağır basıyordu. Bir yandan sütü artırmaya, bir yandan da bebeği izlemeye başladım.

Bebeğin tepkilerinden aldığımız bulgularla adeta bir iz sürüyorum, canı sıkkın olduğunda aklıma gelen her türlü şeyi deniyorum, hatta acıkmış olma ihtimaline karşı meme vermeyi de deniyordum. Ama bir türlü kesin çözüm bulamıyordum. Sonra bir akşam az bir miktar mama hazırlayıp sundum bebeğe, o da afiyetle içti ve sakinleşti. Meğer gerçekten huzursuzluğunun sebebi karın kazıntısıymış ve meme verdiğimde almaması da süt randımanının eskisi gibi olmamasıymış. İlk aylarda fazla olmasından bunalıp ağzında birikti diye sinirlenirken ben ona defalarca söylemiştim, “bak böyle yaparsan süt üretimi azalacak, teşekkür et ve güzel güzel iç” diye. Ama dinlemedi beni işte, süt azaldı ve tek başına yetersiz oldu. E herhalde tüm sorumluluğu bebeğe atacak değilim, başta dedim ya artık emzirmek zor olmaya başlamıştı diye, hah işte o yüzden kendim de emzirmekten soğumuştum anlaşılan. Ve ben sütün azalma ihtimaliyle yüzleştikten sonra sütü artırmak için yapmadık şey bırakmadım. Hoşaflar, kompostolar, özel çaylar, başta su olmak üzere her çeşit sıvı, yeşillikler, et ve diğer hayvansal ürünler. Ooo Aşure Ayı mı başladı? Yaşasın, aşure bana göre tam süt dopingi! Ne olduysa oldu ve ilk başlarda umursamayan ben aniden “Amanın, bebek anne sütü içmeli, mama değil” demeye başladım. Bunun bir nedeni, azalıyor ve bitiyor olmasının verdiği sona yaklaşma hissiydi. Diğer ve en belirgin nedeni de evdeki Feride Hanım’ın ısrarlarıydı. Sonuçta ben her türlü şeyi yaptım, beslendim, uyudum, pompa yaptım. Ve gerçekten yaptıklarımın bir kısmı ya da hepsi faydalı oldu sanki, süt seviyesi arttı gibi hissediyorum, bebekte de hafif bir sakinleşme var, var..  Şimdi hazır bebek sütü ve orijinal anne sütünü kontrolü olarak beraber içiyor. Heyecanla ek besinlere geçme zamanımızı bekliyoruz.

Anne olanlar, olmayanlar ve hatta erkekler bile bu yazdıklarımdan sonra emzirmenin gerçekten ne kadar meşakkatli bir iş olduğunu görmüştür. Hele bir de çalışan anneler için, ben düşünemiyorum bile. İşin fiziksel zorluğu yanı sıra asıl olay bebeğin idare edilmesi için sarf edilen düşüncesel emek, varsayımlar…

Kendine özgü sebeplerden; örneğin tahammül sınırının dar olmasından, uykusunun ağır olmasından, bel-boyun ağrılarından, bedenin uygun olmayışından, doğası gereği şefkatli bir insan olmayışından veya sadece istememesinden dolayı açıkça ya da başka bahanelerle emzirmeyen anneleri şimdi ben de anne olup 5 ayı geride bıraktığımda çok iyi anlıyorum, onları kabul edip kararlarına saygı duyuyorum. Bence anneliğini herkes kendi ruhsal-duygusal-fiziksel sınırlarında yaşar ve bebekleri de ona göre şekillenir. Tüm annelerin bebekleriyle uyum içinde yaşamaları, birbirlerini dinleyerek ve hissederek bu süreci geçirmeleri dileğiyle…

5 Aralık 2012 Çarşamba

Elektrikler kesik ve ben Blogcu olmaya karar verdim (!?)

Benim yazma serüvenim..

Okuma-yazmayı ilk öğrendiğim zamanlardan beri yazmayı severim ben. Önceleri, renkli kalemlerle küçük kağıt parçaları üzerine annem için notlar yazardım. Annem hala saklar bazılarını. Duygularımı böyle daha iyi ifade ederdim, hatta anneme sadece yazarken "Anneciğim" diye hitap ederdim. Çok düşündürücü, şimdi onu bile yapmıyorum, hımmm. Sadece özel günlerde değil, evin içinde bilgi vermek için yazdığım notlarda bile bir güzel ifade ederdim kendimi. Bazen süslemeler, çıkartmalar olurdu notlarımda, eh cicili bicili kız şeyleri işte, çok normal.. Ben devamlı yazıyordum, ama nedense yazım içerik olarak geliştikçe yazı karakterlerim çirkinleşiyordu. Üniversitede ders notları alırken bunun nedenini anladım, düşüncem o kadar hızlı akıyordu ki parmaklarım yetişmek için hızlandıkça harfler birbirine giriyordu. Bilgisayarla tanıştığım üniversite döneminde, tabiki kalemle yazmak bir çırpıda çıkmadı hayatımdan, ama yine de hem hızlı hem de okunaklı yazabilme yolunu keşfetmiş oldum.
Yazı yazmakla ilgili tüm hayatım boyunca çeşitli deneyimler yaşadım, ortaokuldayken penpal'lerim oldu (yani mektup arkadaşlarım). Babamın çeşitli yabancı tanıdıklarının kızları... Bu vesileyle bir de kendimi İngilizce ifade etmeyi öğrendim, güçlendirdim. Gerçi o yıllarda mektuplar pek yüzeyseldi; kimsin, naparsın'lardan ibaretti, ama yine de kelime oyunlarına hafif hafif başlama adımlarıydı denilebilir.

Yine ortaokul yıllarında en sevdiğim ev ödevi, kompozisyon yazmaktı. Sınavlarını da severdim kompozisyonun. Bana verin bir konuyu, havamdaysam tutamazsınız, yazarım sayfalarca.. Nedense genellikle atasözü ve deyimler verilirdi konu olarak, ben bu sıkıcı konuları bile eğlenceli hale getirmeye bayılırdım. Bir gün Ahmet Karagözlü isimli Türkçe öğretmenimiz kompozisyon ödevi olarak tasvir içerikli bir yazı istemişti. Ben de odamı tasvir etmiştim, "Görünmeyen Arkadaş" başlığındaki kompozisyonumda. Tabiki odamın görünümünü çok başarılı bir şekilde tasvir etmiştim ama o bana yetmemişti ve odamın benim için ne anlama geldiğini de çok güzel anlatmıştım. Hatta itiraf etmeliyim ki ben de o yazıyla fark etmiştim odamı ne kadar çok sevdiğimi. Öğretmen ödevimi sınıfta okumamı istemişti ve ellerim titreyerek okuduğumda herkes beğendi. Çok sevdiğim bir arkadaşım bana şaka yollu sen yazar olmalısın demişti, gülüp geçmiştik hep beraber. Bu yazıyı okur mu bilmiyorum, okursa eminim çok net hatırlar o günü. Bu vesileyle kendine de sevgilerimi gönderiyorum.

O yaşlarda bir de derin anlam içeren zekice kurulmuş özlü sözlere ilgim vardı, bunların bir nevi koleksiyonunu yapıyordum. Nereden buluyordum hiç hatırlamıyorum, önce küçük renkli kağıtlara yazıp odamın her yerinde duvarlara ve dolaplara yapıştırıyordum. Bazı matrak arkadaşlarım da yanlarına not ekliyorlar, bazen soru işareti veya ünlem yapıyorlar ve eğleniyorlardı. Kimisi de kendi sözlerini yazmak istiyorlardı. Değişik bir paylaşımdı bu, o yıllarda. Artık üniversiteye gidip de o odadan bir süreliğine ayrılmam gerektiğinde tüm kağıtları çıkarıp o sözleri de bir deftere almıştım, daha olgun bir kız olarak. Hala da saklarım, belki zaman zaman blogumda paylaşabilirim.
Bence bunlar felsefeye olan ilgimin de başlangıcı sayılabilir. Lisede en sevdiğim ders olan felsefe. Ders diyince, felsefe belki de çok basit geçiştirilen bir konuydu. Öğretmenimiz Ed Harris'i andıran o adam, o zaman bana çok yakışlıklı ve karizmatik gelen Ferit Hoca, başka bir okuldan yarı-zamanlı geliyordu. Başarımızla da fazla ilgilenmiyor olsa gerek ki fazla bastırmazdı, kimseyi zorlamazdı. Sadece önde oturan 4-5 kişi dersi takip ederdi ve o da sadece onlara dersi anlatırdı. Hayatımda bir tek o derste "inek" oldum, hem dersi dinledim, not aldım, hem de ders dışı bazı kitaplar edindim. Felsefeye bariz ilgi duyuyordum, ancak o zaman orada kaldı bu ilgi, akademik olarak daha öteye gitmedi. Beni o ders o zaman derin düşünmeye teşvik etmişti, ve derin düşünmenin aslında verimli bir aktivite olduğuna ikna etmişti.

Dedim ya, hayatım boyunca yazdım durdum diye, mektuplar yazdım uzun uzun. Liseden beri en yakın arkadaşım olan Çiler'le okul günlerinde devamlı beraberdik, okul sonrasında da birimizin evinde otururduk. Akşam olup da evlerimize dağıldığımızda da hiç üşenmez birbirimize mektuplar yazardık. Benim yazmayı sevdiğim kadar arşivlemeyi seven Çiler'ciğim bu mektupları hala saklar. Geçenlerde nasıl bulduysa Lise 2'de yazdığım bir notu bulup bana gönderdi. Şuan içinde bulduğum duruma denk düşen bu not ikimizi de çok güldürdü. Evet, hayatım boyunca tüm yazdıklarımı toplasam en çok ve en uzun Çiler'e yazmışımdır kesin. Aradan seneler geçti, birçok yeni yaşam anısı eklendi hafızalarımıza. Ve işte yıllar yılı beni hep okuyan Çiler, kısa bir süre önce yazılarımı özel yazışma formatından çıkarıp herkesle paylaşabileceğim bir platforma aktarmam için bir blog açmam konusunda beni çok güzel motive etti. Her ne kadar konu yazmak olduğu için bir an bile tereddüt etmemiş olsam da henüz sanal dünyaya o kadar da hakim olmadığımdan olsa gerek, birtakım çekincelerim vardı "nasıl"lar hakkında. Ve işte o gece, yani 24 Kasım 2012'de evde elektriklerin kesik olduğu, zaten günlerdir internetten mahrum olduğumuz o günün gecesinde, karanlıkta düşünürken nasıl'ın hiç de önemli olmadığını fark ederek bir blogcu oldum, önce herşeyi kafada bitirdim, tasarladım. Uzun lafın kısası, ironi şudur ki: o kadar da teknolojik görünen bu sanal dünyaya dalışım, teknolojiden tamamen kopuk bir gecede geçekleşti, nerde mi? Kafamda... 

Herşey ne kadar teknolojiden ibaret gibi görünse ve insansız yapılabilirmiş gibi gelse de aslında daima hatırlanmalıdır ki herşeyin ardında insan yaratıcılığı ve düşüncesi var.. Kafada yaratılan birşeyi hayata geçirmek ve insana ulaştırmak içinse teknoloji sadece bir araç aslında... Ve ben sevinçle bu aracı kullanıyorum :)

30 Kasım 2012 Cuma

“e kilolar aynen duruyo ama”


Eveeet, doğumdan tam 4 buçuk ay geçti. Bende hala 7 kilo fazlalık var; ki benim sağlıklı kilomdan 13-14 kilo fazla anlamına geliyor. Süt verdiğim için ve zaten iştah had safhada olduğu için bırak hafif yemeyi, yemek konusunda süper icatlarım bile oluyor. Olmadık şeyleri canım çekiyor ve hatta hamileykenki aman doğal olsun, aman besleyici olsun takıntıları da yok, herşeyi yiyorum. Pasta, tatlı, börek, bol tereyağlı herşey çekiyor canım. Özellikle de hayvansal ürünler.. Kırmızı et istiyor canım mesela, et süt yapar derler ya, bence kesin doğru!!! Gelsin pirzolalar, gitsin bonfileler! Geçenlerde kan tahlili yaptırmıştım, kolesterol birazcıkkk yüksek çıktı, doktor dert etmeyin, ne yiyorsanız aynen devam edin, belli ki bebeğe yarıyor dedi.. Ben de zaten fazla sorgu sual etmeden tam gaz devam ! Arada, sebzeye yöneliyorum, tatlıyı kesiyorum mesela. Baktım süt azalma eğiliminde, hemennn etlere yeniden abanmaca başlıyor. Kilom ve görünümüm de hep aynı, yesem de yemesem dee.

Aslında yeme içmeden değil, başka bir konudan bahsedecektim, konu doğal akışıyla yemek muhabbetine kaydı .. İnsan neyi severse onu konuşurken uzattıkça uzatıyor işte. Bugün bir ara dışarı çıkmıştım, bizim terzi Cemal Usta’ya uğradım. Adamla hamileliğimin başından beri tanışıyoruz, o sıralar işle ilgili bir projeyi beraber yapmıştık, daha doğrusu ona siparişle özel bir halı hurcu yaptırmıştım. Adam güleryüzlü ve sempatik olduğu kadar aynı zamanda da çok zeki ve esnek kafalı. Aslında kıyafetleri tadil edip dikiyor, ama benim isteğime de hiç tereddütsüz tamam dedi, çok da iyi bir iş çıkardı. Müşterim olan müze de çok memnun kaldı. Tabiki bu süreçte Cemal Usta'yla kumaş geldi gitti, fermuar örneği , hurç örneği derken epey bir görüştük. Zamanla o da karnımın şiştiğini fark etti.
Normalde erkeklerde tuhaf bir çekingenlik oluyor hamile kadınlara karşı. Özellikle de işle alakalı tanıdığım ve kendi çocuğu olmayan kimseler daha da bir utangaç oluyor. Belli ki nezaket gösteriyorlar, belki de benim aşırı hassas olmamdan ve birden ağlayıverecek olmamdan endişe ediyorlar, veyahut da düşüp bayılacağımdan. Karnımda bebek var yahu, varoluşun en doğal olayı, neden bu kadar çekiniyorsunuz, girin konuya, sorun doğum ne zaman, kız mı oğlan mı, kaçıncı çocuk diye, neyi merak ediyorsanız sorun. Ben zaten bayılıyorum bunları konuşmaya, siz sorun ben konuşayım. Aaa yoksa asıl çekinceleri bu mu erkeklerin?  Zaten fazlaca kadınsal olan bu konuyu açıp beyinlerini ütülememden mi endişe ediyorlar aslında?

Bu Cemal Usta kendiyle son derece barışık biri olduğundan mıdır nedir, çok rahat. Hamile olduğumdan şüphelendiği anda soruverdi, hani düşünmedi acaba kadın kilo aldı da pot kırar mıyım diye. Galiba terzilikte kadınlarla oldukça fazla zaman geçiriyor olsa gerek ki kadın psikolojisinden anlıyor besbelli. İlerledikçe de konuşuyorduk, “ya Pınar hanım işler nolacak sizin doğum sonra?” diye ciddi sorular da sorduğu oluyordu. Hatta bebeğin erkek olacağını göbeğin yuvarlaklığından tahmin bile etti desem abartmış olmam, tam bir uzman. :) Bugün uğradığımda da bebeği sordu. 6 aydan fazla zamandır hiç görüşmemişiz. Sonra döndü utanmadan karnıma göz attı, “e kilolar aynen duruyo ama” dedi.. Deseydim “baksana hala hamile pantolonumu giyiyorum”, iş iyice komik olurdu. Normalde bunu bana başkası dese ona çaktırmazdım ama içimden kesin bozulurdum, beni anlasana ya süt veriyorum, uykusuz kalıyorum yoruluyorum, bir de diyet mi yapacağım gibi düşüncesel bir tartışmaya girerdim. Ama söz konusu Cemal Usta olunca güldüm ona, “ya usta napiym iştaha engel olamıyorum yiyorum” dedim. “Bebek bir ayaklansın, atarız fazlalıkları sen merak etme” dedim. İkimiz de güldük, bense üstünden 5 saat geçti hala gülüyorum. Onun rahatça söylemesine, benim de övünürcesine iştahımdan bahsetmeme güldüm, gülüyorum. Sanırım o yüzden bugün Cemal Usta sayesinde kilolarımla barıştım. Yine de onları artık sevgiyle göndermek istiyorum. O yağ depoları bebeği beslerken görevlerini güzelce yapsınlar, bu süreç bittikten sonra da kolayca ve en doğru sürede bedenimi terk etsinler.  Ve öyle de oldu!