Translate

26 Kasım 2013 Salı

Bugün 25 Kasım ve ben hamileyim !

Tam iki sene önce 25 Kasım benim için çok özel bir gündü. Doktoruma genel kontrol için gitmiştik. Artık bir bebek istiyoruz diye onun görüşlerini de alacaktık. Doktorun muayenesi sırasında zaten 5 haftalık hamile olduğumu öğrendiğimde gözyaşlarıma hakim olamadım. Bu sürprize hem öylesine hazır, hem de öylesine hazırlıksızdım ki! Doktordan çıkıp Murat'la Nişantaşı'nın ışıl ışıl sokaklarında kolkola yürüdük, fazla konuşmadık. Hemen havaya girmiştik aslında. Hayatımızın nasıl da ilk günden değişmeye başladığını şaşkınlıkla izliyorduk. Bu süreçte bizi kim bilir neler bekliyordu neler...

İşte o 25 Kasımı hep hatırlarım. Özel, çok özel bir gündü. Benim için, bizim için. 

Aradan iki sene geçti. Hamilelik, doğum derken, merakla beklediğimiz bebek geldi, büyüdü, büyüyor. Zaman uçuyor sanki. 

Ve ben yine hamileyim. Bu kez bu tarihte öğrenmedim, bu durumu bir süredir biliyorum ve kutluyorum. Ama yine de 25 Kasım'ı Pınar'ın Hamileliğini kutlama günü olarak ilan ediyorum. Çünkü bugün yine bir 25 Kasım'da özel birşey oldu, kalbime girdi ve benimle konuştu adeta. 

Bir şarkı bu. Şarkının sözleri o kadar bana ve bebeğime uygun ki dayanamıyorum ve her dinlediğimde duygular kalbimden çıkıp her hücreme yayılıyor. Şarkı tabii ki sadece sözlerden ibaret değil, muhteşem sesiyle Cem Adrian ve ona eşlik eden o Piyano melodisi, ardından gelen trampet... 

Güzelden öte bir şey bu, kelimelerle anlatamıyorum bu kez. Dinlemeli. Ve ben blogumda ilk kez bu kadar kısa bir yazı yazıyorum. Çünkü yazarak anlatmam gerçekten imkansız bu hisleri.. Şarkıyı dinleyin, o zaman anlarsınız ne demek istediğimi.




Bu linkten ulaşamazsanız, Google'da arayın Cem Adrian - Ben Seni Çok Sevdim.



BEN SENİ ÇOK SEVDİM

Bir istiridyenin kıymetli incisini sakladığı gibi saklarım seni...
Bir bahar dalının narin tomurcuklarını sakındığı gibi korurum seni...
Çok derin... Derinlerimde ellerin...
Bir Armağan gibi Tanrıdan bana, kış güneşinde altın kirpiklerin.

Ben seni çok sevdim...
Belki zordur anlaması sessizliğimden...

Ben seni çok sevdim...
Sen oku kelimeleri gözlerimden.

16 Kasım 2013 Cumartesi

Kârlı Takas Bebeğime Yaradı...


Bir iMac bilgisayarım vardı, 2010 Ocak ayında Kanyon'daki Apple mağazasının teşhirinden aldığım. Hiç hesapta yokken fırsatını bulunca bir anda Apple'cı olmuştum. Üstelik o zaman ne bir iPhone'um, ne de bir iPod'um vardı. Ofisimizi yeni açıyorduk ve İspanyol ortaklarım neden Apple aldığımı merak ediyorlardı. Bir anda içimden öyle gelmişti işte. İster dizaynını beğendin deyin, ister kullanımını, isterseniz de sadece farklı olmasını... Hepsi doğru. Fazla düşünmeye fırsat bırakmamıştım kendime, birçok defa olduğu gibi içimden gelen sesi dinleyip acele karar vermiştim. Bana bile emekli olarak gelen ama her dem taze görünen o beyaz narin cihazla üç buçuk seneyi beraber geçirdik. Birlikte gecelerce ne ihalelere hazırlanmadığımız kaldı, ne spiritüel terapilerimizde muhteşem müzikler çalmadığımız... Neler yaşadık neler.. Ah bir dili olsa da konuşsa.. 
Hamileyken ofisi eve taşıdığımda tıpış tıpış geldi, evimizin baş köşesine kondu. Bu kez de beraber bu harika blog'u açtık, yazdık da yazdık. Onun klavyesi bir başkaydı, parmaklar üzerinde gezinirken fazla ses çıkarmaz, yumuşacık darbelerle adeta yaylanırdı parmak uçlarımda. Hele bir de bembeyazlığı yok mu? Öyle ki, beyaz mouse artık eskisi gibi atak olmadığında bile onu sıradan bir mouse ile değiştirmek istemedim. Ne güzeldi yandaki iki tuşa basınca birdenbire tüm pencerelerin küçülüp aynı ekranda beraber görünmesi. Senkronize olarak bir sürü işi aynı anda yapmayı seven benim için çok ideal bir bilgisayardı doğrusu. Benim kafam ne kadar karışık olursa olsun, o hiç donup kalmaz, beni hep kendi hızımla takip ederdi. Tam uyum içinde çalışan, hatta yaşayan bir ekiptik. Kimi zaman, emaille güzel bir haber ya da sipariş alıp havalara uçtum, kimi zaman duygusal yazılara ya da videolara karşısında gözyaşı döktüm, kimi zaman da hamilelikle büyüyen göbeğimin fotoğraflarını onun eğlenceli Photobooth aksesuarıyla çekip uzaktakilere gönderdim. Neler neler daha var anlatabileceğim. Benimle o günleri yaşayanlar bilir...

Sonra bir gün geldi, evde artık bir çalışma masasına ayıracak yerimiz kalmadı, haliyle bir masaüstü bilgisayara da..

Fazla düşünmeme gerek kalmadı iMac için. Belli ki beraber yaşayacaklarımız buraya kadardı. Hemen Facebook arkadaşlarıma yazdım, talibi çıkan olur mu diye. Öyle satmakla falan uğraşmak istemedim. Eninde sonunda oldukça eski bir modeldi, hatta bazı özellikleri çalışmıyordu. Açıkçası ufak bir para için bunları anlatmak, para konuşmak istemiyordum kimseyle. Belki de o eski arkadaşa bir para biçmek istemiyordum, kim bilir. Meğer ne çok taliplisi varmış benim emektarın, mesajlar akmaya başladı. Tabii ki benim için ilk isteyen öncelikli. Aslı diye liseden bir arkadaşımla mesajlaştık ilk önce. Kendiyle uzun yıllardır görüşmüyorduk, 6 aylık bir bebişi varmış. Üstelik blog'umun da takipçisi.. Hemen uzun sohbetler, paylaşımlar ardından tarih saat sözleştik, gelip bizden bilgisayarı alacak şekilde anlaştık. O güne kadar da ben bilgileri yedekleyecek, bilgisayarı temizleyip sıfırlayacaktım. Herkes için muhteşem zamanlama ayarlandı. Ve o gün geldi çattı. Tüm aksesuarlar ve belgeler hazır, bilgisayarın kendi zaten tek parça, evin girişinde bekliyor. Aslı ve eşi tam saatinde geldiler. Minik Zeynep aşağıda bekliyor olduğundan ve bizim Mert içerde uyumaya uğraşırken ağladığından fazla sohbet edemedik ama o kısa zamanda çok şey paylaştık bence. Eli boş gelmemek için bize Doğan Egmont Yayıncılık'tan çıkan bir kitap getirmişler. Klasik Müzik Masalları serisinden bir CD'li kitap. 
İtiraf ediyorum, bunca zaman bu seriyi hiç duymamıştım. Klasik müzik sevmeme rağmen, ciddi bir dinleyicisi olmadığımı da burada açık yüreklilikle itiraf ediyorum. Birazdan detayına gireceğim gibi, bu hediye zaten bizde bunu tetikledi; bu hediyeyle evren bana dedi ki "kalk da klasik müziği hayatına dolu dolu kat". 

Karşılıklı teşekkürler edip ayrıldık Aslı'larla. Ben aslında daha çok bilgisayarın gidişine odaklanmıştım başlangıçta. Ona sevgiyle veda ettim, beraber yaşadıklarımız için hem ona hem de kendime teşekür ettim. O kadar iyi hissediyordum ki o giderken, galiba benim için misyonunu tamamlamıştı. Her şeyden öte, yine hayatımda bir dönem kapanmış yeni bir dönem açılıyordu. Bu değişime izin verdim, sadece izledim gidişini. Ve kitabı bir köşeye kaldırdım bunun sakinliğiyle. Daha idrak edememiştim, tam olarak ne olduğunu onun.

Aradan on gün kadar geçmişti. Tam da Mert'in yeni uyku alışkanlığını oturtmaya karar verdiğim, ama harekete geçmeye henüz başlamadığım zamanlardı. Bir sabah Mert'le oynarken bu kitabı ve içinden çıkan CD'yi denemeye karar verdim. CD'yi müzikçalara koydum. İlk olarak masal okunuyordu, henüz bizimki masalla pek ilgilenmiyor. Hemen müzik parçalarına geçtim. Birdenbire Mert'in yüzünde biraz meraklı ve bir o kadar da keyifli bir ifade belirdi. Yüz ifadesi diyordu ki, "Bu sesler nereden geliyor, ne sesi bunlar? Bence biraz tanıdık.. Çok berrak ve harika melodiler, içim kıpır kıpır oldu ama aynı zamanda da huzur doldu. Nedir bu kulağıma alışık gelmeyen sesler ama içime tanıdık gelen duygular? ..."

Birkaç parça dinledikten sonra gayri-ihtiyari soruverdim Mert'e, "Piyano çalalım mı?" diye. Hemen heyecanla salonun kapalı kapısına koştu, "Badi, badiii, Aç, aç" demeye başladı devamlı. Badi Mert dilinde Piyano demek oluyor. Kapıyı açtım, doğru piyanoya koştu, kapağını da bana sabırsızlıkla açtırdı ve 5-10 dakika kadar kendi kendine tıngırdattı. Sonra da bu kez sakince "Oğlum, hadi biraz uyumak ister misin?" dedim, sabah uykusu için harika zamanlama olduğunu hissederek. Cevabını vücut diliyle verdi; tabureden aşağı indi, doğru odasına yürüdü sakin adımlarla. Odasında sessizce pijamasını giydirdim, perdeleri kapattım, başka bir klasik müzik cd'sini başlatıp usulca yanından çıktım. O da uzun zamandır ilk kez kendi kendine sakince ve huzurla uyudu. Bana da geriye kendimi kutlamak kaldı.

Böylelikle hayatımıza bir kez daha Klasik Müzik girmiş oldu. Buna vesile olan emektar bilgisayarıma teşekkür ediyorum. Arkadaşım Aslı'ya bu kadar ince bir hediye alma nezaketini gösterdiği ve iMac bilgisayarımı hiç ummadığım kadar değerli bir şeyle takas ettiği için teşekkür ediyorum. (her ne kadar Aslı'nın niyeti takas olmasa da, ben evrenin böyle boşlukları güzelliklerle doldurduğuna inandığım için öyle tabir etmeyi tercih ediyorum) Özellikle dışarıdan gelen seslere çok duyarlı olan oğlumun uyku rutinleri için müzikten faydalanmamızı bize hatırlattığı için uyku danışmanı Pınar Sibirsky'ye yeniden teşekkür ediyorum. Tam zamanı geldiğini hissedip onu çaldığım ve onu iç huzuru davet etmeye bir vesile yaptığım için kendime de teşekkür ediyorum :)

Bundan sonra serinin geri kalanını tamamlayıp ben de çocuklarla tadını çıkaracağım. 

İlgilenenler için seriyi aşağıda listeliyorum. 

Sevgiyle... 





Klasik Müzik Masalları 1 / Vivaldi - Çobanın Mevsim Yolculuğu


Klasik Müzik Masalları 2 / Bach -  Şatoda Üç Saat


Klasik Müzik Masalları 3 / Mozart - Büyük Sır


Klasik Müzik Masalları 4 / Beethoven - Duygu Makinesi 



Klasik Müzik Masalları 5 / Çaykovski - Sihirli Ödev



Klasik Müzik Masalları 6 / Chopin - Dağınık Oda
Klasik Müzik Masalları 7 / Strauss -  Kayıp Prens


13 Kasım 2013 Çarşamba

Ben Çocuğumu UYUTMUYORUM !!!

Evet doğru okudunuz, UYUTMUYORUM işte çocuğumu. Uyusun diye onu sallamıyorum, emzirmiyorum, koynumda ısıtmıyorum, kucağımda dolaştırmıyorum, sırtını pışpışlamıyorum, saçını okşamıyorum, aydedeye bakıyoruz diye onu kandırmıyorum, ona ninni bile söylemiyorum. Çok despot, çok haşin, çok sevgisiz, şefkatsiz olduğumu mu düşündünüz yoksa bir an için? Yoo, bence hiç de öyle değil. Hatta Mert ben böyle olduğumdan beri bana daha bir sevgi dolu sarılıyor, Anneciiii diye. Ama uyku saatlerinde değil; oynarken, konuşurken...

Uyku konusu çok hassasmış gerçekten, saygıdeğer bir konu ayrıca. Sadece konu değil, çocuklarımız da saygıdeğer birer bireyler. Uyku da bizim onlara bu saygıyı hayatlarında ilk kez gösterebileceğimiz belli başlı durumlardan birisi.

Ben Mert'i son bir aydır gerçekten uyutmuyorum, ona izin veriyorum ve o kendisi uyuyor. Aynı yetişkin bireylerde olduğu gibi, yatağını ve uyku saatini biliyor, sadece uyuyor. 

İşte bence o "uyku eğitimi" dedikleri, aslında benim şahsen pek de hoşuma gitmeyen tabirin en büyük püf noktası bu. Çocuğu uyutmayı artık bırakıp, onun kendi kendine uyumasına ortam sağlayıp sadece bırakmak, izin vermek. Bu kadar basit, ama hiç de kolay değil.

Okudum birkaç kitap evet, internette sevdiğim sitelerde birkaç makale de var aklımda kalan. Hepsinden bana doğru gelen bilgileri çekip koydum hafızama. Bir ara, Mert 3 aylık falandı sanırım, Pınar Sibirsky diye bir hanımın Gymboree'deki söyleşisini dinlemiştim ve ilk kez o zaman uykunun eğitim verilecek birşey olduğunu duyup şaşırmıştım. O sıralar, Mert çok kolay ve düzenli uyuyor, geceyi gündüzden tamamen ayırt ediyordu. Ama  bir gün neler olacağını kimse bilemezdi.
Mykundak isimli danışmanlık şirketinde Pınar hanım ailelere bebekleri için uyku danışmanlığı veriyor. Şirin mi şirin kartvizitin renkleri ve şekli hala gözümün önünde.
Geçen ay, artık Mert'in eski bakıcısının ona aşıladığı ayakta sallama metodu ile uyumasına bir son vermemiz gerektiğini yoğun bir şekilde hissettim ve harekete geçmeye karar verdim. Hiç maceraya atılmayayım, çocuğumu da kontrolsüz ağlatmayayım diyerek Pınar hanım'ı aradım. Kısa bir telefon görüşmesi geçti aramızda. Akabinde de Muratla konuştum ve o hanımdan bir danışmanlık hizmeti almaya karar verdik.
Ancak, ne olduysa oldu ve bir gece ansızın içime bir dürtü düştü. İçimden bir ses benimle uzun uzun konuştu :) Bakın neler dedi neler: "Sen oğlunu en iyi tanıyan insansın. Uyku alışkanlıklarını ve onun dilini en iyi sen tanırsın. Ona kendi kendine uyuyabilmesini en iyi sen öğretebilirsin. Hem öyle sinsi stratejiler de olmaz o zaman işin içinde. Hatırlasana, ne güzel telepati kurardınız onunla henüz hamileyken, neden şimdi uykuya dalma süreçlerinde de bu telepatik iletişimden faydalanmayasın? Bir de rahatlama metotları var bildiğin, kendinde uyguladığın, oğlunu neden mahrum edesin bunlardan? Bilgiler hazır, senin içinde. Okudun, dinledin, konuştun.. Sen ve Mert'e en uygun bilgileri aldın kabul ettin. Sadece hatırla ve uygula onları. İşte bu kadar basit. Haa bu arada, şuan tek ihtiyacın olan şey cesaret ve onu da sana Pınar hanım aktardı o geçen günkü konuşmanızda".... 

Bunun üzerine, kendime bir şans vermeye karar verdim. Ben Mert'e güveniyordum da bir şansa ihtiyacı olan bendim sanırım. iki hafta biz bize bir deneyelim, olmazsa o zaman Pınar hanımı arar danışmanlığa başlarız dedim kendi kendime. Murat da benimle hemfikir oldu ve hep destekledi.

Önce Mert uyurken onun yanında uyuyana kadar sandalyede oturarak başladım işe. Her zamanki gibi tüm uyku öncesi ritüellerimizi yapıyorduk. Bunlara ilaveten yeni ritüeller çıkmıştı, Mert'in hoşuna giden. (dikkatinizi çekerim rutin demiyorum, ritüel diyorum, bence böylesi daha hoş ve içten) Gündüzleri uykularında daha farklı ritüeller benimsemiştik. Ve bütün bu uyku öncesi hazırlıklarımızı Mert'le beraber yapıyorduk. Banyo, pijama, perdeleri kapatma, müzik açma, emzik veeee yatak. Yani o da süreçlerin bir parçası hatta başrol oyuncusu oldu. Hem keyif aldı, hem öğrendi, hem de saygı duyulduğunu hissetti.
Yanında oturup uyumasını beklediğim zamanlar ona başka birşey daha aşıladım. Yatağa yattığında nasıl gevşediğini, nefeslerinin sakinleştiğini, tüm ağırlığını yatağa teslim etmenin o çok hafif ve huzurlu duygusunu, Allah'ın ve Meleklerin onu her daim koruduğunu, gün içinde enerji alanına ya da bedenine bir şekilde girmiş olan negatiflikler ve toksinlerden tam uyku öncesi ve sırasında arındığını ona telepati yoluyla anlattım. Tabii ki o aşamada, kendi uydurduğum ninniler ve yumuşak, fısıltıya yakın sözcükler yardım etti bana. Artık bu şekilde çok kolay uyuduğunu fark ettiğimde sandalyeyi bir sabah uykusundan önce iptal ettim. Onu henüz uyanıkken yatağında bırakıp odadan çıktım ve kapısını kapattım. Bir denemeydi önce bu. Sonra bir baktım ki hemen uyuyuveriyor. Bazen azıcık bana sesleniyor, deniyor beni. Sonra yine uyuyor. Bazen annee diye sadece sayıklıyor usulca ve ses kesiliyor. Önceleri onun seslenişlerini hatta ağlamalarını duymamak için kendime evin en uzak köşesinde işler icat ediyor, telsizi açmıyor, açtırmıyordum. Sonraları alıştım, Mert de alıştı. Ve gün gelip de telsizden sessizliğini duyduğumda yüreğim kanat çırpıyor ve gülümsemem kulaklarıma yaklaşıyordu.. İlk zamanlar böyleydi işte. Kendimi ve Mert'i nasıl kutlayacağımı bilemiyordum. Şimdi bu durumu ailecek kanıksadık. Çok mutlu ve gururluyuz. Daha ne diyebilirim ki! 

Bu arada, söylemeden geçemem, eşim Murat beni her kararımda destekledi ve harekete geçtiğimde de benimle aynı yolda yürüdü, tam yanımda, tam yanımızda. Bu çok önemli. Bu bir aile olayı çünkü. Aynı evin içinde farklı hayatları ortak yaşayan bireyleriz bugüne bugün. Teşekkür ediyorum Murat'ım sana.

Tüm bu süreçte, bana içtenlikle bilgi dağarcığını açıp olayın gidişatını etkileyecek birkaç tiyo veren Pınar Sibirsky'ye ne kadar teşekkür etsem az. Her ne kadar istemiş olsak da ondan danışmanlık hizmeti almadık. Gerek kalmadı. Bu durumu onunla paylaştığımda, adeta Hipokrat yemini etmiş bir doktorun hastasının iyileşip artık ona ihtiyacı kalmadığına sevinir gibi sevindi, kalpten. Ben de ona teşekkür etmek için birkaç fidan dikmek üzere onun adına TEMA'ya bağışta bulundum. Bu yaratılan şey kalıcı bir değer olsun diye... Dünya'ya ve bütüne bir katkı olsun diye... Hepimiz sevgiye hizmet etmiş olalım diye... 

Ve o da bize bir süpriz yaptı ve Mykundak websitesinde fotoğrafımızı yayınlayacağını söyledi. Hani ben düşünüyordum ya Mert'i ve kendimi nasıl kutlayayım diye.. İşte geldi büyük ödül bize :) Tadını çıkarma zamanı!

Buyrun siz de bir göz atın:

http://www.mykundak.com/uykucu/38-ayin-uykucusu-mert-saracoglu-16-aylik-.aspx#.UvYdqGJ_suc